Hz. Mevlananın Mesnevisindeki bir hikayeyi özetleyeyim:
Bir zamanlar bir şehirde sayısız insan, sayısız mahluk vardı, ama hepsi üç kişiden ibaretti. ( Sevgiliye koşmayan, ona kavuşmaya çalışmayan, sevgiliyi bulmak için uğraşmayan canlar binlerce de olsa, onlar hakikatte yarım bedenden ibarettir. )
O üç kişiden biri kör, biri sağır ve biri de çıplaktı.
Kör, çok uzağı görürdü; Süleymanı görmez de karıncayı görürdü.
Diğeri sağır olduğu halde çok fazla işitirdi.
Üçüncüsü de çıplak olduğu halde elbisesi çok uzundu.
Kör olan, uzaktan gelen atlı düşman askerlerini en ince ayrıntısına kadar görürdü. Sağır da o askerlerin sesini işitirdi. Çıplak ise, askerler gelir de eteklerimi keserler diye korkardı.
Hz. Mevlana, hikayeyi daha da derinleştirerek anlattıktan sonra, bu üç sembol kişinin neye benzediklerini, neyi temsil ettiklerini de şöyle açıklar:
Sağır, hayattan çok şeyler uman, çok şeyler isteyen, bir türlü gözü doymayan insanı göstermektedir. O, başkalarının ölümünü duyar da, kendi öleceğini hiç aklına getirmez.
Uzağı gören kör, hırsı temsil eder. O, halkın ayıbını en ince yerine kadar görür, mahalle mahalle dolaşır, onları söyler de, kendi ayıplarını görmez.
Çıplak, eteğinin kesilmesinden korkar; halbuki çıplak adamın eteği olur mu? Bu da dünyaya tapan bir müflistir. Dünyaya çıplak geldi çıplak gidecektir. Ölüm meleği, zengini hayat rüyasından uyandırdığı zaman, gerçekten sahibi olmadığı bir mal için, hayatta iken çektiği hırsız korkusuna hayret eder.
Bunların her biri, kendisinde bilgi var zannına kapılır da, bilgiyi bir hırsız çalacak diye korkar. Bilmez ki bilgisi bir işe yaramamaktadır. Bunu, ölüm meleği geldiği zaman anlar.
Halk gelip beni meşgul ediyor, zamanımı alıyor. der durur. Halbuki onun faydalı bir zamanı yoktur.
O zalim bilgin, bilgilerden yüz binlerce üstünlük elde etmiş, bir hayli bilgi sahibi olmuş da, kendi ruhunun, kendinde bulunanın hakikatini bilmiyor.
Gerçek değer yargısı verilmeden büyütülen nesiller, hem kendilerine hem de başkalarına zarar veriyorlar.
Okullarda hala öğretiliyor sanırım. Matematik dersinde uzunluk ölçüsü birimi metre, sıvı ölçüsü birimi litre
diye belletildikten sonra çocuğa sorulur: Peki, değer ölçüsü birimi nedir?
Sınıftaki çocuklar hep bir ağızdan cevap verirler: Para!..
Evet, şeklen bakıldığı zaman doğru gibi gözüken bu ebedi yanlış, maalesef bütün dünya çocuklarının zihnini çelmekte ve kendi yaradılışlarına ters düşürmektedir.
Bir dünya düşünülsün ki, orda tek değer yargısı paradır, o dünyada savaş eksik olabilir mi? Bugün olan işte budur.
Bir de şu değer yargısına bakalım; Peygamberimiz (AS) buyuruyor:
Sabah namazının iki rekat sünneti, dünya ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır. ( Müslim )
Şimdi daha iyi anlaşılıyor mu, dünyadaki savaşlar kimin ürünüdür? Beş duyu hapishanesine mahküm olan insanların değer yargıları da elbette beş duyularına hitap edecek ve bu para olacaktır. Fakat ölüm ötesine inanmış, hakikati, ölmeden önce görmüş olan insanların hayat algıları da farklı olacaktır.
Bir insanın dünyada yaşarken en önemli görevi, değer yargısını belirlemesidir; çünkü yarın herkes, mahşer günü değer yargılarıyla dirilecektir.
Değer yargısını para olarak algılamak, kör, sağır ve çıplak olarak dirilmek anlamına gelir. Değer yargısı iman olursa, işte gerçek özgürlük orada tadılacaktır.
Özgürlük dedim de, bazı insanlar kul kavramına takılmışlar ve insanları habire kul olmamaya çağırmaktadırlar. Bir insanın Yaratıcısına kul olmaktan daha büyük bir şeref payesi mi vardır? Allaha kul olmayanların kimlere kul olduklarını görmüyor muyuz? Bunlar en başta kendi nefislerinin kulları değiller mi?
Bütün mesele, değer yargısını belirlemektir; çünkü hayat ve sonsuzluk ona göre şekillenecektir.