DİN ADAMI DEĞİL, DİNİNİN ADAMI: ÜSTAD

D. Ali TAŞÇI

 

            Üstad Necip Fazıl’ın ölümünün 39. yılı. Ne kadar uzun bir zaman geçmiş; fakat daha dün gibi hatırlıyorum, eller üstünde tekbirlerle tabutunun taşındığını. Hayat böyle bir şey, gelen gidiyor; fanilik yurdunda ebedi kalmak ne mümkün.

            Üstad’ın hayatı, mücadelesi, çilesi destanlık çaptadır. Onu herkes kendi çapınca değerlendirdi, değerlendiriyor. Cins insanlar güneş gibidir; kimini ısıtır, kimini aydınlatır, kimini mis gibi, kimini de iğrenç kokuttuğu gibi kimini de yakar. Necip Fazıl karanlık bir zamanda ve manen zemheri kışın ortasında güneş gibi doğdu. Bu güneşin ışık ve ısısı güllere vurunca onları nefis kokuttu ve fakat pisliğe, leşlere vurunca da iğrenç koku yayıldı onlardan. Bir yerde yaşadığı çağın vicdanı oldu ve olmaya da devam ediyor. Bu tip insanlar ne kadar eksik dünyamızdan ve dünyamız ne kadar yetim ve öksüz!

             Osmanlı’nın yıkılış sürecinde doğdu. Dedesi M. Hilmi Efendi ağır ceza hâkimiydi ve emekli olmuştu. Emekli aylığı seksen altın liraydı ve bir dolar da seksen kuruştu o zaman. (Bugüne kıyaslayınız.) Dolayısıyla çocukluğu sıkıntı içerisinde geçmedi. Çocukluğu sıkıntı içinde geçmedi, fakat çocukluk dışındaki hayatı hapishanelerde, hasretle, geçim derdi ile sıkıntılarla dolu olarak geçti. O hapishanede yatarken, evindeki seccadesine bile haciz kondu.

            “Beni kimsecikler okşamaz madem,

            Öp beni alnımdan, sen öp seccadem.”

            Bir anne şefkati gibi ruhuna sardığı seccadesine bile el konulmuştu. İşte bu ızdıraptır ki, Anadolu insanının (gençliğinin) ruhuna icra yoluyla el koymak isteyenlerle bir ömür adeta savaştı ve bunun bedellerini de ağır ödedi. Her çilekeş insanın kaderi bu değil miydi?

            Herkesin değer yargısını kaybetmeye başladığı o dağılma sürecinde fıtri yapısına sadık kalarak İslam’ı her şart altında savundu. Edebiyatın, sanatın her dalına el atarak ve orijinal söylemler üreterek boynu bükük gençliğe sahip çıktı, yol gösterici oldu. Camilere hapsedilen İslam’ı meydanlara taşıdı. Davasını, canı pahasına, kodeslere girme pahasına savunmaktan asla geri durmadı.

            Camilerin işlevsiz, Din’in garip kaldığı bir dönemde din adamı değil, ama dininin adamı oldu; ciğerinden kalemine kan çekerek satırlara işledi; gençliğin sadırlarına mührünü bastı.

            Şairdi; gaibi kurcalayan çilingirdi. Döneminin “sahte kahramanları”ni yerden yere vurarak hakikat ışığını meydanlara yansıttı. Yüzün üzerinde kitaplar yazdı. Yazmış olduğu kitaplardan bazıları edebiyat, sanat duvarlarını da aştı. Eleştirmediği “yazar-çizer” takımı yoktu; çünkü onun gözünde hiçbiri, ama hiçbiri hakikat avcısı değildi. Bu nedenle eleştirildi, “kibirli” denildi kendisine. Oysa o, “ Sonsuzluk kervanı peşinizde ben/ Üç ayakla seken topal köpeğim.” diyecek kadar, sonsuzluk kervanının yolcuları karşısında alabildiğine mütevazı, hatta mahviyet sahibiydi. “Kibirliye karşı kibirle” davranışının sadakasını veriyordu.

            İnsan, çoğunlukla başkalarını değerlendirirken kendince bakar, zamanın çeperinden çıkamaz, dönemin kültürel yapısının duvarlarını yıkamaz. Necip Fazıl’ın yaşadığı dönemi bugün anlayabilecek konumda değiliz, diye düşünüyorum. Altı yüz yıl üç kıtada konuşlanarak dünya devleti olmuş, cihan imparatorluğu kurmuş bir devletin yıkılış sürecini bugün kitaplardan okuyarak aynel yakin ne kadar anlayabiliriz? Milyonlarca insanlarını savaşlarda toprağa vermiş, Balkanlardan Ortadoğu’ya, Kafkaslardan, Kuzey Afrika’ya kadar olan bölgelerden acılarla, kanla çekilerek dünya emperyalizminin kanlı kıskacında can çekişen bir devletin kucağında doğmanın nasıl bir şey olduğunu, aynel yakîn yaşamamız ve anlamamız mümkün değildir.

            Üstad böyle bir zamanda dünyaya geldi ve “mukaddes emanet” in davacısı oldu. Sanat ve edebiyatın ne denli bir güce sahip olduğunu bize anlattı. O dönemde birçok Osmanlı kalıntısı “ilim adamı ve sanatçı” vardı; fakat hiçbirinin sesi bugünlere kadar pek ulaşamadı. Kimisi asıldı, kimi sürgün edildi, kiminin mesleği kadük oldu, ortada kaldı; bu durumda da geride kalanlar korkudan sessizliğe büründü. Hal böyleyken mukaddes emaneti omuzlayıp bugünlere taşıyan Üstad oldu.

            Anadolu’nun terk edilmiş, kuşlardan başka kimselerin konmadığı köyünden çıkıp, adressiz bir şekilde dolaşırken, Rabbim nasip etti, onunla bizleri buluşturdu ve kimliğimizi bize iade etti. Bana sonsuzluk kimliğimi hatırlatan bir insanı ben sevmeyeyim mi?

            Bana bütün eserleriyle, fakat özellikle “Çöle İnen Nur” adlı nesirle yazılmış naat çapındaki eseriyle Peygamberimizi sevdiren o oldu.

            “Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;

            Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!”

            Diyerek, iki satırla Peygamber sevgisini, şeriat ölçüsünü o gönlüme nakşetti. Seküler bir okulda okurken ve “din dili” olarak vaiz efendilerin kuru, fesahat ve belagattan yoksun, yapmış oldukları sunumlar beni onlardan uzaklaştırırken; yine onun bir numaralı talebesi olan Sezai Karakoç’un şu mısraı imdadıma yetişti:

            “ Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır.”

            Bu mısra bana ölüm korkusunu yendirdiği gibi, ölüm sonrası hayatın var ve sonsuz olduğunu, muhteşem bir hayata açıldığını o ve onun talebeleri bana hissettirdi.

            Rabbim, seninle birlikte Sezai ağabeyimizin de günahlarını bağışlasın, mekânınız cennet-i âlâ olsun. Onu okumayan, bu milletin nesini biliyor ki? Onu okumayan, anlamayanın ruh ürpertisinden haberi var mıdır acaba?

NOT: Biz Müslümanlar, ölülerimizin kabri başında saygı duruşunda bulunmayız, çelenk koymayız, boyun eğmeyiz; biz ölülerimize dua ederiz, Fatiha okuruz ve ölüm denen “bilinen meçhul”den ibret alırız. Dün de bunu yaptık; onun sevenleri olarak, kabri başında ona Fatihalar okuduk. Allah rızası için Üstad ve tüm ölülerimize hepinizden birer Fatiha istirham ediyorum.

D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci