Postmodernizmi, “on beş dakikalık şöhret” olarak tanımlayabiliriz. Her şey o kadar süratle gelişiyor ve değişiyor ki, hiç kimse olduğu yerde duramıyor, daha önce savunduğu fikri veya düşünceyi savunamıyor, insanın adeta başı dönüyor.
Bir yerde okumuştum, Avrupa’daki evliliklerin nedenini araştırmış ve şu sonuca varmıştı: “Gelin olacak hanımlar, birkaç saatliğine de olsa, toplumun önünde kendini bir numara olarak göstermek için evleniyor!” Yani öne çıkmak ve bu “beğenilme” duygusunu tatmin etmek.
“Sanayi devrimi”yle fabrikalar öne çıkınca, işçiler belli yerlerde kalmak zorunda kaldılar, yığılmalar oluştu. Bu da apartmanları doğurdu. Apartman dairesinde yalnız kalan insanlar çıldırma noktasına gelince, bu zorluk televizyonun çıkışını kamçıladı. İnsan yalnızlıktan kurtulurken sanal kalabalıklara teslim oldu.
İnternet, “akıllı telefonlar,” iletişim ağının hız kazanması, algıların da değişimine yol açtı. İnsanlar artık derin ve uzun vadeli düşüncelere, zaman alacak okumalara vakit ayıramaz oldular. Facebok, Twitter, instagram vb. bu anlayışın ürünü olarak ortaya çıktı; her şey görünümlük, kısa, birkaç cümlelik anlatımlar olarak piyasaya sürüldü. Tam postmodern bir hayat gündemimize oturdu: Her şey on beş dakikalığına!
İnsanın acelesi var; uçağa yetişecek, otobüsü kaçırabilir, derse geç kalıyor, bir dakika geç kalırsa sınavı kaçırabilir, randevusuna yetişemezse bütün emekleri heba olabilir… Bu anlayışlar ister istemez hayatımızın akışını değiştirdi; duru akan nehir, adeta şelaleye dönüştü ve ardından bizi de sürüklüyor. Bu nehirde artık yıkanmak mümkün değil.
İnsan ağırlanmayı ve beğenilmeyi sever. Ağırlanmayan ve beğenilmeyen insanlar yön değiştirir ve kafalarını başka alanlardan çıkararak ağırlanma ve beğenilme duygusunu tatmin etmeye çalışırlar.
“Hayat mı eser mi?” tartışması hep olmuştur. Genelde düzgün fizikli insanlar hayatı tercih ederken, fiziğini pek beğenemeyenler “eser”e önem vermişlerdir. Şöyle bir bakalım dünyaya ve ülkemize:
Hangi artist veya aktristin dünya çapında bir eseri söz konusudur? Yok! Onun esere ihtiyacı yok ki, onu tatmin eden bir bedeni var ve o, bu bedenle gidebildiği yere kadar gidiyor. Bu bedenini o kadar hoyratça kullanıyor ki, hiçbir hudut tanımıyor; narsist, yani kendine tapınıyor. Sonuç, yalnız başına bir evde ölmek!
Bir de eser sahibi olan insanlara bakınız; neredeyse hepsinin ortak duygusu, kendini beğenmemek! Bu “kendini beğenmeme ve aşağılık duygusu” onları başka yönlere çekmekte ve bu yönleriyle kendilerini halkın beğenilerine sunmaktadırlar. Filozoflar, sanatçılar (rol yapanlar değil), ünlü edebiyatçılar, yazarlar, bilim adamları, düşünürler… hepsi bu kategoride.
Toplumda görünen iki türlü davranış vardır; direkt olarak görünen ve direkt olarak görünmeyen. Birinciye örnek, bedenlerini sergileyenler, yani hayatı tercih edenler; ikinciye örnekse, eserini sergileyenler. Her ikisinin de ömrü ecel gelinceye kadardır. Hayat telakkileri direkt ve dolaylı olarak kendilerini ortaya koymak olduğundan, kendileri dünyadan gidince, bunun kendilerine bir faydası olmayacaktır. Bıraktıkları eserlerin başkalarına faydası olsa da bunun kendilerine bir yararı olmayacaktır; çünkü sonsuz yolculuk anlayışları yoktur, bu nedenle de pasaport taşımazlar.
Bir de yatırımını kendi iç dünyalarına doğru yapanlar vardır ki, onlar, insanlık mayasına ulaşmanın müthiş bir mutluluğunu yaşamaktadırlar. Onlar fani olanla baki olanı ayırt etmenin bilinciyle hayata yaklaşırlar ve dünyada gelişen hiçbir “izm”in, akımın seline kapılmazlar ve gerçek özgürlüğü yaşarlar.
Kendini veya eserini sergileyerek kendine tapınan değil, bu nimetleri kendine veren Yaratıcı’ya hamd ve şükrederek kısacık ömrünü tamamlayıp asıl vatanına doğru yol alanlar…
Bu “Oyun ve eğlence dünyasından” asıl vatanın vatandaşı olmak duasıyla…
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci