“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan (o peşine düştüğün şeyden) sorumludur.”(İsra: 17/36)
“İşte siz böyle kimselersiniz! Haydi bilginiz olan şeyler hakkında tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz? Hâlbuki Allah her şeyi bilir, siz bilemezsiniz.”(Ali İmran: 3/66)
Bir gün Şeytan Firavun’un odasına girmek ister. Kapıyı tıklatır. Firavun kapının arkasındakinin kim olduğunu sorar. Alacağını almıştır şeytan huzura girer ve der ki Firavun’a:
“Bre ahmak! Daha kapının arkasında duranın kim olduğunu bilmiyorsun kalkıp ilahlık iddia ediyorsun! Bu nasıl bir aymazlıktır, ne rezalet şeydir? Ben bile cüret edemem böyle bir alçaklığa…”
“Haklısın” der Firavun ve devam eder… “Bir kere düştük bu hataya, yoksa biz kim ilahlık taslamak kim… Biz ki, üç gün arka arkaya def’i hacet yapamasak patlar gideriz, ilahlık ne haddimize… kibir, öfke ve enaniyet işte…”
Âlim olmak haddini bilmekle başlar. Âlim olmak sadece kuru malumat sahibi olmakla gerçekleşmez. Âlim olmak için bilmek yeterli değildir. Bilgi ahlakına, edep ve adaba; usul ve erkâna sahip olunmalıdır.
Gerçek âlimler “Lâ edri! Bilmiyorum!” demeyi fazilet olarak görmüşler, bilmedikleri konuda ahkâm kesmektense susmayı tercih etmişlerdir. “Biz kim âlim olmak kim!” tevazuunu göstermişlerdir.
Büyük ruhlu adamlar “ben sadece bildiklerimin âlimiyim” der meseleyi kapatırdı. Hele konu Kur’an ve Sünnet ile ilgiliyse kendilerinden önceki sözleri nakleder son cümlede âcizane kendi görüşlerini ortaya koyar ve “Benim kanaatim budur ancak bu konuda en doğrusunu Allah bilir” edebiyle noktayı koyardı.
“Bize Osmanlı mektebinde önce edeple yürümeyi, başımız öne eğik gözümüz ayakucuna bakar şekilde yürümeyi öğrettiler. Siz ise etrafa bakına bakına yürüyor, gözleriniz haramlarla buluşuyor, hafızanız zehirleniyor, sabah yediğinizi akşam unutuyorsunuz.”(Mahiz İz)
Yürümenin edebi/ adabı olur da ilmin edebi olmaz mı? Konuşmanın, dilin edebi olmaz mı? Dilin edebi, sözün edebi, gözün edebi, bilginin edebi olmaz mı? Peki öyleyse hani nerde edep?
Edep, saygı ve nezaketten nasibini alamayan bir kişinin “beyni şeytanın çalışma odasına, kalbi de nefs-i emarenin fitne fabrikasına” döner. İlminin değerini bilmez ya da her şeyi bildiğini zanneder.
Ahlaktan yoksun kalan bir bilgi Hz. Peygamber’in (sav) kendisinden Allah’a sığındığı, namlusu sahibine çevrili bir silaha dönüşür. Nemrut’un başını yaktığı gibi sahibinin başını yakar. “Allah’ım! Faydasız ilimden sana sığınırım!”
Bugün nerde bilgi ahlakı? Öncekiler “Hadis” olarak nakledilen sözler karşısında “Ya Peygamber bu sözü söylemişse!” hassasiyetiyle edebe bürünürken, şimdikiler…
Akıl ve mantıklarına uygun bulmadıkları her hadisi sıhhat derecesine bakmadan, ölçüp tartmadan ve tam bir pişkinlikle “Peygamber böyle bir şey söylemez/söyleyemez!” e getirmiyorlar mı? Hadisin zaman ve zeminini, sebebi vürudunu dikkate almadan atıveriyorlar iftira çukuruna…
“Edebiyatla/Felsefeyle ebediyetin kazanılacağını zannedenler” tüm Müslümanları ve özellikle gençleri şüphe ve tereddüt bataklığına sürüveriyorlar “Kur’an” diyerek. Ümmetin on beş asırlık tecrübesini, İslami birikimini bir kalemle silmeyi âlim olmak zannediyorlar.
İmam Şafii gibi bir âlim istediği kadar söylesin: “Bu ümmetin ürettiği bilginin tümü Sünnet’ in şerhidir. Sünnet’ in tümü Kur’an’ın şerhidir. Kur’an’ın tümü Allah’ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının şerhidir.” Bir başkası “Allah’ın isim ve sıfatları da İsm-i Azam’ın şerhidir.” diye.
Önceki âlimler Kur’an dışındaki tüm “hadis külliyatını”, korunması ve muhafaza edilmesi ümmetin sırtına yüklenmiş bir “emanet” olarak görürken, bugünküler omuzlardan atılması/tarihin çöplüğüne atılması gereken “bir yük/külfet” olarak görmektedir.
“Bize Kur’an yeter!” masum bahanesinin arkasına sığınarak geçmişe ve geçmiş âlimlere yönelik bir öfkenin, iftiranın kurbanı oluyorlar. Kur’an’ın şu açık mesajına rağmen:
“… Sakın bir topluluğa olan öfkeniz sizin haksızlık yapmanıza yol açmasın! Evet, daima adaletli olun; bu, takvanın ta kendisidir…”(Maide: 5/8)
Öfke kontrolü yapamayanlar hak ve adalet çizgisinde kalamazlar. Takva bilincini yitirir, zulme meylederler. Sırat-ı müstekim çizgisinden saptıkça savrulmaya, savruldukça da edep/adap ölçüsünü kaybederler.
İçindeki Hz. Peygamber’e (sav) ait olmayan şeyleri ayıklamaktansa tümünü çöpe atmayı tercih ederler. Çünkü Hadis ilminde söz söyleyecek yeterlilikleri yoktur. Bunca meseleyi öğrenmektense yok saymak kolaylarına gelir. “Altındaki pis bezden dolayı bezle birlikte çocuğu da çöpe atmayı tercih ederler.”
“Girdim irfan meclisine, kıldım ilmi taleb.
İlim geride kaldı illâ edeb, illâ edeb!
Bu yol tehlikeli bir yoldur. “İslam medeniyet tarihine baştan sona düşman olan” bazı çevrelerin alkışlamasına bakarak bu yolda devam edilmemelidir. Bu yolun sonu Allah muhafaza şu ayetin işaret ettiği noktaya gelir.
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözleri yaldızlı ve etkileyici olduğundan dinleme ihtiyacı duyarsın. Ama Onlar gerçekte sanki elbise giydirilip duvara dayanmış/içi boş kereste gibidirler…”(Münafikun: 63/4)
Bilgi ahlakından yoksun bir âlim Hz. Peygamber’in (sav) “görünüşü güzel tadı acı Ebucehil Karpuzu” tanımına dâhil olur. Allah korusun!
Böyle âlimler “kurdunu kendi içinde taşıyan ağaç” misali içinde yaşadığı toplumun can damarlarını kesen bir fitne aracı hâline dönüşürler. Böylelerinin düşünceleri “pirincin içindeki beyaz taşlar” gibidir. Ayıklanması zordur.
Zira “bilginin en tehlikelisi hakkın zıddı olan değil, doğruya en yakın olan yanlış bilgidir.” Kulağa hoş geldiği ve doğruya yakın olduğu için fazla tepki çekmez ama tahribatı derin yapar.
Netice olarak diyebiliriz ki, her söz sahibi kendi “uzmanlık” alanında kalmalıdır. Böyle yapması insanlık için çok daha faydalı olur. Aksi hâlde hem Kur’an ayetleri karşısında “haddini aşmış” hem de “gülünç duruma” düşmüş olur.
“Kur’an’ı koruma!” telaşına düşenler şunu bilmelidir ki, Kur’an, Allah tarafından “Mahfuz/korunmuş” kitaptır. Asıl endişe edilmesi gereken “Kur’an’ın hayata uygulanmasında Hz. Peygamber’in (sav) örnekliğinin ortadan kalkmasıdır.” İşte o zaman darmadağın oluruz.
Çamura düşen bir çocuğa koşmamasını, dikkatli yürümesini tavsiye eden İmam-ı Azam’a çocuğun söyledikleriyle meseleyi kapatalım. Der ki çocuk:
“Ey Büyük İmam! Benim çamura düşmem o kadar önemli değil sakın sen düşme! Ben üzerime sıçrayan çamuru su ile çıkarır temizlenirim ama eğer sen düşersen ümmet düşer. Sen düşersen sana tabi olanlar düşer… Esas sen kendine dikkat et!”
Dersini alan imam öğrencilerine şu sözü söyler: “Kim benim görüşümden daha isabetli bir görüş ortaya koyarsa ben de onun yolundayım!”
Din adına söz söyleyenler işte bunun için edep ve adaba dikkat etmeli…
En doğrusunu elbette Allah bilir. Selam ve dua ile…