Hoşuma giden bir kıssayı nakletmekten kendini alamadım. Kıssa şu:
Birine bir gün bir güzel insan misafir olur. Ev sahibi, komşu kebapçıdan kebap satın alıp başka dostlarını da davet ederek misafire ziyafet hazırlar. Sofraya oturup yemeğe başlandığında misafir de bir lokma alır, fakat çiğneyip yutamaz ve geri çıkarır.
“ Kusura bakmayın, ben yiyemeyeceğim, beni bağışlayın.” diyerek bir kenara çekilir. Sofradakiler yemesi için ısrar ettikçe o sofradan kalkar ve:
“ Benim yememe imkân yok, siz de ister yersiniz, ister yemezsiniz!” diyerek kalkıp yürüyüverir.
Sofradakiler bunun sebebini araştırmak için kebapçıya giderler ve onu sıkıştırırlar. Kebapçı sıkıştırılınca, bu kebabı ölü bir kuzudan yaptığını, paraya tamah ederek bu işe kalkıştığını, tesadüfen komşusu almak istediğinde gerçeği söyleyemediğini itiraf etmek zorunda kalır.
Kıssanın asıl can alıcı noktası burasıdır. Misafire bu kebabı niçin yemediği ısrarla sorulduğunda cevabı manidardır:
“ Ben yirmi senedir riyazetle vakit geçirdim; açlık ve susuzluk çekerek yaşadım. Nefsim hiçbir yemeğe iştah duymadığı halde o kebaba karşı öyle bir istek gösterdi ki, o zamana kadar hiç bu kadar iştahlı olduğunu görmemiştim. Nefsim hep Hak rızasına uymayan şeyleri istediği için, bu kebaba karşı düşkünlüğünden şüphe ettim. Onda çirkin bir hal olduğuna kanaat getirdim, o yüzden yemekten çekindim.”
Öyle anlaşılıyor ki, dünyada en çok neye düşkün isek, sınavımız da ondan oluyor/ olacaktır. Sabahleyin çok arzu ettiğin bir şeyin arkasından koşarken, o koştuğun şeyin senin sınavın olabileceğini düşün, fikret, muhasebe et ki sonunda ölüm gelip çattığı vakit pişman olmayasın.
Ariflerin bu hususta şöyle bir tespitleri vardır:
“ İnsan, ömrünü tamamlamışçasına ölüm vaktinin geldiğini düşünerek, o sırada hangi amelle son nefesini vermek istediğini dikkate almalıdır. Çünkü nefs, ölüm haline gerçekten güzel olan amelden/ işlerden başka bir işle uğraşmayı arzu etmez. Onun için o zamanda sevilen amelin doğru, başka amellerin ona nispeten daha az doğru olduğu belli olur. Zira ölüm haktır; hakka karşı batılın devamlılığı olmaz.” Yani nefsin en dehşetli korkusu ölüm korkusu olduğundan, ölüm aklına geldikçe kötü şeyler isteyemez. “Zevkleri yok eden ölümü çokça anın.” buyruğu buna işaret olsa gerektir.
Bir Fransız atasözü şöyle der: “ Gençler bilebilseydi, ihtiyarlar yapabilseydi.” Dünya hayatının hiç geçmeyeceğini sananlar, çevrelerindeki ihtiyarların yanına veya huzurevlerine gitsinler de o ihtiyarların, pehlivan yapılı gençliklerinin nasıl söndüğünün ibretlik hikâyelerini onlardan dinlesinler. Zenginlerin, kazandıkları paralarının ihtiyarlığa çare olmadığını, isteseler de her istediklerini yapamadıklarını onlardan öğrensinler.
Eğitim diyoruz. Çocuklarına ve gençlerine sonunda ne olacaklarını, hayatın sonunun ölümle biteceğini, hayatın bir sınav salonu olduğunu anlatmayan, duyurmayan, çocukları Allah ile tanıştırmayan bir anlayışa eğitim/ terbiye denir mi?
Bazıları yukarıdaki misafirin yirmi senelik riyazetine, aç ve susuz kalışına burun kıvırabilir; “bunca sene” diyebilir. Sonsuz bir öte hayatın yanında dünya hayatı acaba kaç saniyeliktir? Şimşek gibi; çaktı, söndü! Hepsi bu.
Bir yerde çıplak bir “HİÇ” görürsen, ona “sevgili” diye yaklaş; çünkü ona istediğini verebilir, yükleyebilirsin; zira onda benlik davası yoktur.
Sen bir “HİÇ” olursan sende Allah tecelli eder! “O, konuşan dilin, yürüyen ayağın, tutan elin olur.”
Sınavı kazanmak da buna denir işte!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci