Yağmur çiseliyor, ben de caddede yürüyorum. Orta şiddetinde de rüzgâr esiyor. Herkes bir yere, bir şeye ulaşma telaşında. Sabah vakti, kimi anneler çocuklarını okul servisine yetiştirme veya bindirme telaşındalar, kimileri de çocuklarını bizzat okula götürmek için hızlı hareket ediyor. Kısacası herkes bir işin başında.
Birden gözüme bir hareket ilişiyor; bir gazete parçasını rüzgâr sürüklüyor. Arabaların arasından geçip pat diye önümde duran arabanın çamurluğuna takılıyor ve sonra yere düşüyor. Caddede çok çirkin bir görüntü sergilediği için onu alıp önümdeki çöp kutusuna atmak istiyorum ve gazete parçasını yerden kaldırıyorum. Çöp kutusuna giderken gazeteye gözüm takılıyor.
Bir magazin gazetesi imiş. Hemen sağımdaki bir gölgeye sığınıyor ve gazeteye göz atıyorum. Çok ünlü bir aktris arzı endam ediyor. Dekolte kıyafetiyle gülümsüyor. Ne var ki, ayakları yok, yani gazete yırtık. Ellerinden de birisi kopmuş; ama o yine de gülümsüyor.
Gazeteyi çöpe attım ve düşüncelere daldım:
Dünyaya nice sanatçılar, nice şöhretli, güzel, yakışıklı insanlar gelmiş ve geçmişler. Çoğunluğunun adı bile anılmıyor; yakın zamanda ölenlerin fotoğrafları kalmış sadece. Yaşadıkları dönemde şöhretlerinin hazzını doya doya çıkarmışlar, hepsi bu kadar. Güzel ve şöhretli oldukları devirlerde aynalar en yakın dostları iken, ihtiyarlıklarında aynadan kaçar oldular. Şöhretli zamanlarında, elini sallasa ellisi, çevrelerinde fır dönerlerken, yaşlılıklarında terk edilmişliğin sendromunu yaşadılar, yaşıyorlar. Çünkü onlara hayran olanlar, onların ruhuna değil, bedenlerine ve şöhretlerine tutkundular; o da yok olduğuna göre “çöpe at gitsin!” mantığına bürünmüşler. Şöhretli günlerinde dostları yoktu onların, sadece uşakları vardı; şöhret gidince de uşaklar, başka şöhretlere uşaklık yapmaya koştular.
Çöpe attığım gazete parçası bana çok şeyler fısıldadı, kalabalıların arasında:
Bedenine güvenirsen, o, seni bir gün bırakıp toprak olacak. Güzelliğine, yakışıklılığına aldanırsan, zaman senin aldanışını yüzüne vuracak ve belini bükecek. Şöhretine, makamına bağlanırsan, bir zamane rüzgârı onları süpürüp götürdüğünde, orta yerde yapayalnız ve kimsesiz, terk edilmiş olarak bulacaksın kendini. Dost bildiklerin, en amansız düşman olarak karşına gelecek; çünkü onlar pislik seviciler, senin nefsinin abarttığı şeyler de pislik hükmünde olduğundan, onlarla doyuyorlardı; doyamadıkları için sen onların gözünde artık düşman hükmündesin.
Zamanın kuşattığı, daha doğrusu zamanın egemenliği altında olan hiçbir ŞEY, aslında o ŞEY değildir. Her an akıp gitmekte olan zaman, o ŞEY’i an be an değiştirmektedir. AN’a teslim olmak demek, ŞEY’in ŞEY olmadığının da bir delilidir. O zaman nesin sen, bir sorgulasana kendini, kimsin? Kimliğin yokken bir uçağa bindirmiyorlar seni de, ruhunun kimliğini yitirdiğinde ebedi yolculuğa nasıl çıkacağını hesap etmez misin?
Kadere imanın olduğu yerde trajedi olmaz. Oysa hangi “sanatçı” özel hayatında, sosyal hayatta kısmen de olsa trajediyi yaşamamıştır? Trajedi, bir yerde şöhretin çocuğudur; şöhretli her insan bir biçimde bu çocuğu doğurmak zorundadır.
Çile ile trajedi karıştırılmamalıdır; çile, oldurandır, trajedi ise öldüren!
Bir toplumda hayatın deruni anlamını hisseden insanlar aksiyon ve heyecan yaratamıyorlarsa, hayatın negatif yüzü olan şöhret ehli, aksiyon ve heyecanı eline geçirir ve toplumu arkasından sürükler. Bu durumda “din adamları” denilen zümrenin sesi de dirilere ulaşamaz.
Sokağın anahtarı kimin elindeyse, iktidarın kapısını açan da odur. Siz okullarınızı altından yapadurun; ama içi dünya dumanıyla doluysa, çocuklarınızın boğulma sesleri arşı inletecektir!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci