Geleneği olmayanın geleceği de yoktur
Dest-busı arzusıyla ger ölsem dostlar
Kuze eylen toprağum sunun anınla yara su.
( Fuzuli)
Ey dostlarım! Şayet sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürsem,
(Öldükten sonra) toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.
Yukarıdaki beyit, ünlü Divan şairi Fuzulinin yazmış olduğu Su Kasidesinden ( Kaside der Medh-i Hazreti Fahr-ı Kâinat) alındı. Otuz iki beyitlik bu kaside, Peygamberimizi öven bir Nattır.
Divan edebiyatında bir gelenek vardı; her şair divanını oluştururken mutlaka içine, Peygamberimize övgü şiiri olan bir nat koyardı. Yüzyıllar boyunca devam eden divan geleneğinde bunun hiç istisnası olmamıştır; ancak Şinasiye gelinceye kadar.Şinasi, yazmış olduğu şiir kitabına nat koymadı. Böylece sevginin ve sevgilinin yönü Medineden Parise kayıyordu. Şinasi, bizde Batıya açılan ilk pencerelerden biridir. Şiirin yurdu olan gönlü Batıya açınca, içine Batı dünyasının sonu gelmez endişeleri, trajedileri girdi ve böylece kalp sonsuz mutluluğa kapanmış oldu. O gün bugündür gönül dünyamız bir türlü coşmuyor; çünkü içindeki pınarlar kurudu, içi taş-toprakla doldu.
Yukarıdaki beyite dönelim: Öylesine ve ölesiye aşkla seven bir sevgili var ki, sevdiğinin elini öpemezse eğer, kendisi öldükten sonra, mezar toprağından bir su testisi yapılmasını ve bu testiyle sevgiliye su verilmesini istiyor. İstiyor ki sevgili, dudağını testiye değdirdiği zaman, testinin toprağı, kendi toprağı olduğu için sevgili, kendisine de dudağını değdirmiş olacak.
İslam inancında ölüm yoktur. Ölür ise tenler ölür / Canlar ölesi değil. diyen Yunus, bu inancı şiiriyle güzel bir şekilde dile getirmiştir. Sevgi zaten ölümü kabullenemez,; ölümcül bir şeye de sevgili gözüyle bakılamaz. Sevgide deruni bir sır vardır; bu sır, onun sonsuzluk diyarının bir tecellisi olduğunun da sırrıdır.
Bir insan, fani olan bir şeye bağlanmış ve Ben onu seviyorum diyorsa, onun aşkı hiç yaşanmamış gibidir; çünkü ten ölecek, can diri kalacaktır. Cana ulaşmayan sevgi, kanda boğulmuştur.Tenin ardına düşenler kanda boğuldular da canın peşine düşenler kanatlanarak sonsuza uçtular. Ten sevgisi nefsi ( fani ) olduğundan bir zaman sonra bitecektir; çünkü her fani ölümü tadacaktır. Halbuki sevgi inkıta ( kesinti ) kabul etmez. Bir yerde bir kesinti varsa, orada sevgi yoktur.
İslam edebiyatı, bir sevgi edebiyatıdır, olmak zorundadır; çünkü o, cana taliptir. Ruhu kanatlandıran bu sevgi nefse hitap etmediğinden sembolik dil kullanır. Bu sevgide ikilik yoktur, sevgiliyi canda hissetmek vardır. İkilik kavga unsurudur, ki bunu sevgi kaldıramaz. Kavga, renkleri farklı bardaklar arasındadır; bardaklar kırılınca, içindeki sular su birliğine ulaşır.
Mutlak sevgili Allahtır ve O hiç ölmez, Bakidir. Bu nedenle sevgi de sonsuzdur ve var edicidir. Tüketen değil, oldurandır. Zamanla biten değil, an bean çoğalandır. Hiçbir insan bizzat kendini görmemiştir. Aynada gördüğümüz sanal benliğimizdir. Sevgi, insana kendi kendisini gördürendir.
Öyleyse, bu topraklar sevgiyle yoğrulduklarından, temelinde ( siyasi, ekonomik, sosyal, sanatsal vb. ) sevgi olmak zorundadır. Bu aynı zamanda geleneğin de bir gereğidir.
Batı edebiyatı, bir endişe ve itiraf edebiyatıdır. Bu, onun kültürel değerleri ile örtüşmektedir. Hıristiyan inancında, günah işleyen birey günahını affettirmek için (kilisede) papaza tüm günahlarını itiraf eder; papaz da onun günahlarını affeder. Birey, böylece biraz hafiflemiş olur.
İşte roman, bu seremoniye (tören) dayanmaktadır. Roman, bir itiraflar manzumesidir. Sırların deşifre edildiği metinlerdir. Bu nedenle, insanın nefsine hoş gelmektedir. Roman, insanın nefsine hitap ettiği sürece başarılıdır. Onun yapısında bu vardır.
Yatak odalarına girilmeden roman yazılamaz. Çünkü onun yapısında gizliyi açığa vurmak vardır. Birey, papazın karşısında yasak aşkını itiraf etmektedir. Zaten ilk romanların yazarları çoğunluğu papazlardır; çünkü onların elinde hayli malzeme mevcuttur.
Bir insanın yatak odasına girildiği zaman, sevgi ordan dışarıya doğru çıkar gider. Yatak odası, sevginin ve sevgilinin sırrının saklandığı mekandır. Sırrı kalmayan insanın ise, kıyameti kopmuş demektir.
Roman, zihinsel kıyamettir aynı zamanda; çünkü o, sırları deşifre edendir. Bu nedenle roman, bizim miri malımız olamaz.
Şiir ise öyle değildir. O, sembolik bir dil kullanır; sırrı deşifre etmez. Öyle bir dil geliştirir ki, bu dili, yalnızca ona aşina olanlar çözebilir. Namahrem olanlar, onun sır dünyasına giremez.
Sevgi, mahremiyeti de içinde barındırır. Batıda sevgiye rastlamak zor olduğundan, orada mahremiyeti aramak biraz boşunadır. Mahremiyetin olmadığı yerde ise, mahrumiyet vardır. Bu mahrumiyetin adı, sevgisizliktir, aşksızlıktır.
Miracda buradan öteye asla geçemem; yanarım diyen Cebraile Sevgililer Sevgilisi (sav) Peki nasıl geçilir buradan öteye? diye sorunca, Cebrailin cevabı, aynı zamanda bizim de kültürümüzün özüdür: Aşkla!
Doğu, aşkını kaybettiği zaman yoktur. Batı da aşkını bulduğu zaman, Batı olarak kalamaz. Çünkü Batının serüveninde, küçük tanrılardan Promethenin, gökyüzü tanrıları uyurken gizlice onlardan ateş çalarak insanlara bu ateşi armağan etmesiyle, gökyüzü tanrılarının Prometheye savaş açması yatmaktadır. Bu nedenle batı dünyası, trajik bir dünyadır. Oysa, sonsuzluğu içselleştirmiş, dolayısıyla da sevgiyi sonsuzluğuna köprü yapmış bir Müslümanın trajedisi olmaz, yoktur.
Roman, bu trajik dünyanın malıdır. Bu nedenle ilgiyle izlenir. Şiir ise, asude bir gönlün sonsuzluğa akışıdır. Onu sadece gönül taşıyanlar anlar.
Mevlananın Mesnevisi niçin ölümsüz bir eserdir? Yunus, asırlar boyu niçin dilden düşmemektedir? Yazmış oldukları her satırdan sevgi damladığı için. Yeryüzünde en evrensel kavram sevgidir. Onun bittiği yerde hayat biter.
Şimdi biz, bu topraklarda bir edebiyat geliştireceksek, bu, sevgi temelinde büyümelidir. Çünkü bu toprakların kültürel hamurunda sevgi vardır.
Demek istediğimiz şudur: Şiir, tekrar öne çıkmalıdır. Bunun için hem geçmişin dilinin şifresi yakalanmalı hem de çağın dilinin nabzı tutulmalıdır. Yani, bu dil ve anlayış, gelenekten ilham alarak geliştirilmeli ve geleceğe de nefes vermelidir; çünkü geleneği olmayanın geleceği de yoktur.