Göğsümüzde solgun aşk gülleri

D. Ali TAŞÇI
Dönülmez akşamın ufkunda demlenen ömrümüzün rengine bakarak hüznün şarkısını mırıldanıyoruz.
Güneşin kızıl rengi, yüzümüzün rengine sinmiş.
Güneşle birlikte biz de gidiyoruz.
“Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül” derken bile, sinemizdeki güllerin solgun rengine eşlik ediyor yorgun gözyaşlarımız…
Sevgiliye salladığımız eller havada manasız kavisler çiziyor.
Bakışlarımız bu kavislere takılırken başımız dönüyor.
Aşktan dönmüş başımızı hatırlamanın melali içimize çöküyor.
Ne var ki, ellerimizi dizlerimizin üzerine koyarak gözlerimizi ufka dikiyoruz.
“Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz.”
Sevgilinin sesi uğulduyor kulaklarımızda.
Sevgiliye bizi götüren elçilerin bile hayatımızda büyük önemi vardı.
O elçiler de yok şimdi.
O elçiler de yok, sevgili de.
Sevgili artık hüzne büründü; şimdi hüznün adı sevgili oldu.
Ey hüzne sahip olmayan gönül, sen sevgiliden anlar mısın?
Sahi, görsen, sevgiliyi tanır mısın?
Yürek yangınlarımızın adı artık “ah! “ olmuştur.
Yürek başka bir âlemin sihrine kapılmış, sevgilisini tanımada zorlanıyor.
Ey sevgilisini tanımakta zorlanan yürek, sana nasıl gönül diyeyim?
Gönül değilsen, seni ta sinemde nasıl saklayayım?
Dünyayı taşımakta zorlanmadım da, sevgisiz yüreği taşımaktan yoruldum.
Bütün yorgunluğumuz, bıkkınlığımız ve bitkinliğimiz işte bundan.
Goncamız açılsın diye sabahı beklediğimiz günler artık geride kaldı.
Şimdi solgun gül demetleri elimizde, bir deniz sahilinde, dalganın gizemli şarkısını dinleyerek bekliyoruz.
Umutlarımızın çiçek açtığını belki görmeyeceğiz, ama umutsuzluğun girdaplarına da kapılmayacağız.
Mademki sevdik, mademki aşkı yoldaş edindik, aşkın ihanetinden söz edebilir miyiz?
Tarihte yalnız aşk ve âşıklar ihanet etmemiştir.
Sararmış güller, hazan mevsiminin geldiğini söylüyor.
Gözlerin görmese de bülbülün hüzünlü ötüşünü de duymuyor musun?
Bütün vücudun bu yıllanmış ve ruha bürünmüş aşkın tesiriyle titremiyor mu?
Ağaçlar da sarardı.
Aşkın rengi sarıdır, ağaçlar bile bu mevsimde aşkı soluyor, duymuyor musun?
Yusuf kuyuya düşünce, kuyudaki sular bile sararmıştı, çünkü Yusuf’un aşkı suyu kendinden geçirmişti. Senin kan kırmızı rengini görünce insanlık adına ürkmekteyim; bu savaş niye? Aşkın sararmış barışını kuşanmadan bana mutluluk şarkıları söyleme, ne olur! Hazanı tatmayan ne anlar aşktan ve barıştan?
Kalbim, hançerine yenik düştü ey sevgili. Rengimin sarılığı bundan, kan kaybından.
Zaten senin sevgin bende kan mı bıraktı?
Aşkımın marşı çalınıyor tabiatta. Rengi sarı sarı, sesi hüzzam, tadı sonsuzluk ikliminden devşirilen aşura gibi.
O beste, yürek çırpıntımdan daha bayıltıcı değil, biliyor musun?
Hangi beste, yüreğimin bestesinden daha vurgun yemiş ki? Bu çırpıntı, alemleri sarsabilir. Aşk, alemleri sarsmıyorsa, ona aşk mı denir?
Hayat bir gonca gül gibidir; güneşi beklerseniz, o kendini açar.
Akşam güneşidir bizi hüzne boğan. Beden karanlığına gönül güneşi doğmadan su bile içmemek lazım, ötelerin sesini duymadan da eserine beste yapmamak…
“Hani ey gözyaşım akmayacaktın?”
Akmasaydın, senin aşkını nasıl anlayacaktım?
“Dönülmez akşamın ufkunda” değiliz; sabahların bizi karşılamakta yarıştıkları bir ülkenin yolcularıyız.
Hazan, bu ülke yolcularının aşklarının adıdır.
Göğsüne solgun aşk gülleri takmadan nereye gidiyorsun?
***
Not: 2 Şubat 2008 Cumartesi, saat 1900’da, İstanbul Bağcılar Sancaktepe Kültür Merkezi’nde “ Namazla Diriliş” konulu konferansımız olacaktır. Okuyucularıma ve gönül dostlarına duyurulur.