İnsan neden dağa çıkar ve neden sıcak aile kucağını terk edip ölümü seçer acaba? Belki de hayatım boyunca kendime en çok sorduğum sorulardan birisidir bu soru. Elbette en doğrusu bu soruya dağ eşkıyasının cevap vermesidir. Sıcak aile ortamı varken neden karlı dağlar seçilir?
Bu insanları hiçbir zaman idealist veya bir dava adamı olarak düşünemeyiz. Çünkü bunların sicilleri bırakın idealist olmayı insan olarak tanımlanmalarına bile engeldir. Ummadığın yerde ummadığın şekilde ve en barbarca bir şekilde kan akıtan bir yaratığa insan demek insanlığa hakaret olur diye düşünüyorum. Esas muhatabı olan dağ eşkıyasının bu soruya cevap vermesi elbette işin en doğrusudur.
Yaşamımın çok büyük bir kesitinde, düşünce maratonumun hemen hemen her safhasında bu soruya hep kendimce cevap arayıp durdum. Bu gençler bu hallere nasıl getirildi ve dağ hayatını nasıl tercih ettiler? Her meselede olduğu gibi bu meselede de ne yazık ki toplum olarak veya düşünen insanlar olarak farklı düşüncelere sahibiz. Kimine göre dağa çıkanların temel arızası soysuzluk illetine düşmüş olmaları, kimilerine göre düşmanlarımızın oyunlarına yenik düşmeleri, kimilerine göre ezilmişlikleri, kimilerine göre de maceraperest yaradılışlı olmaları bu insanları dağa çıkmaya zorlamıştır.
Bu tespitleri yüzlerce başlık altında arttırabilmeniz de mümkündür. Bana göre bu tespitler ne tam doğrudur ne de çok yanlıştır. Her şeyden önce bu insanların bu coğrafyada yaşayan insanların ortak kaderini idrakten yoksun bırakıldıkları, üzerimize oynanmakta olan düşman oyunlarını yeterince bilemedikleri için kolayca kapana düşürüldüklerini düşünmek mümkündür.
Kapana düşenler, oyuna gelenler yalnız teröristler midir acaba? Elbette kocaman bir hayır diyoruz bu soruya. Bana göre teröristler her ne kadar kapana düşmüş ise, bir o kadar da bu ülkeyi o bölgede temsil eden resmi görevlilerin veya Ankara parkını elinde tutan zihniyetin de söz konusu oyuna geldiğini veya oyuna ortak olduğunu söylememiz doğru bir bakış açısı olur.
Uzun yıllar Güneydoğu bölgemizde görev yaptığım için bu konularda kendimi meseleye kenardan veya uzaktan bakan diğer insanlardan daha şanslı hissederim. Çünkü ben tam sekiz yıl bu bölgede kaldım ve bana kin dolu gözlerle bakanlardan daha çok beni bağrına basan, gönülden kucaklayan, sofrasını bana cömertçe açan güzel insanlarla birlikte hayatımın en güzel yıllarını o bölgede yaşadım.
Bölgede yaşadığım dönemde gözümden oluk oluk yaş akmasına sebep olan birçok olaya şahit oldum, birden çok acı gerçeklerle yüzleştim. Beni gözyaşlarına boğan olaylarda bir tanesini bugün siz saygıdeğer okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Olay aynen şu şekilde cereyan etti: Bir gün imam olan bir Kürt dostum beni ve benim gibi yine aynı ilçede kamu görevi yapan birkaç arkadaşımı da akşam yemeğine davet ettiler. Bu ev ilçe merkezine yakın bir köy eviydi. Eve girdiğimizde ilk karşılaştığımız insan imam efendinin oldukça yaşlı fakat bir o kadar da sağlıklı annesiydi. Türkçe bilmediği için bize Kürtçe hoş geldiniz evlatlarım diyerek oturma adresimiz olarak salondaki sedirleri gösterdiler.
Yaşlı kadın Kürtçe konuşmasını sürdürürken oğlu olan imam arkadaşımız bize bir nevi tercümanlık ediyordu. Mahalli giysiler içerisinde olan bu yaşlı anne bir erkek kadar vakarlı bir görüntü veriyordu. Muhabbet ederken gözüm duvardaki resimlere takıldı. Galatasaray’ın oldukça büyükçe bir posteri, Kâbe’nin yine aynı boyutlara yakın bir resmi bir de yaşlı kadının Yunan işgalinde İzmir civarlarında şehit olan asker eşinin resmi vardı. Yaşlı bayan bu resimle ilgili konuşurken düşmanların İzmir’e geldiklerinde insanlara yaptıkları mezalimi ve gazi paşanın ve askerlerimizin göstermiş oldukları kahramanlıkları anlatış tarzını herkesin görmesini isterdim. Benim gibi diğer arkadaşlarım da gözyaşlarımızı tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştık.
Aynı sedirde oturduğum ve nasırlı elleri avucumun içinde olan bu yaşlı annenin elinin içiyle bir anne gibi gözyaşlarımı silişini hayatım boyunca unutamıyorum.
Yemekler yendikten sonra, özellikle imam arkadaşın benim için ilk defa aldığı GAP adlı Türk çayından demlenen çaylarımızı içerken üzerinde oturmakta olduğumuz sedirdeki minderlerin renklerinin PKK denilen terör örgütünün sözde renklerini taşıması dikkatimi çekmişti. İmam arkadaşla çok samimi olduğumuz için sohbetlerimizde genellikle tatlı ve sıcak latifelerimiz çokça olurdu.
‘Hoca bu ne iştir, bu renkler nedir?’ diye sorduğumda hoca her zaman ki samimi haliyle aynen şöyle bir ifade kullanmışlardı. ‘Sayın Müdürüm’ dedi ve muzipçe güldü, ‘siz bizi İngilizlere benzettiniz. Biz İngilizler gibi her zaman iki kart kullanmak zorundayız. Sizi memnun ederken dağdakileri karşımıza alamayız. Bizim çok yakın akrabalarımızdan dağda olanlar var. Ya bir gün çıkıp gelirseler halimiz nice olur?’ diyerek sinsi sinsi gülümsemişti.
İmam arkadaşın bu düşündürücü latifesi beni çok etkilemişti. Hemen yanı başımızda ayakta duran ve bir Türk kızı olan hocanın eşine dönerek, ‘kızım sen bu adamı galiba tam terbiye edememişsin’ diye şaka yapınca ev gelini olan kızımız aynen şu cevabi vermişlerdi: ‘Hocam, onu eli öpülesi annesi baba yokluğunda bu kadar terbiye edebildi. Ben de pek memnun değilim ama ondan Allah razı olsun ki yanımdadır ve dağa gitmedi’ diyerek sohbetimize iştirak ettiler.
Bu sözün üzerine hoca arkadaşımız bana dönerek, ‘abı sen bana zaten hep şüpheyle bakıyorsun, bana çok takılıyorsun, karşında olan ben koca bir milletin milli damadıyım’ diyerek hep birlikte gülüşmüş, hatta ayağa kalkarak ve kahkahalar atarak kucaklaşmıştık. Kısa bir süre sonra akşam haberlerini izlerken yakın bir bölgede iki askerimizin şehit edildiği haberi ekrana gelince o yaşlı kadın ellerini dizlerine vurduktan sonra bir de bağrına vurarak ve sağa sola sallanarak ağıt yakmaya başladı.
Çok duygulanmıştık ve o şen şakrak havamız bir anda dağılmış evi bir matem sarmıştı. Yaşlı anne yine Kürtçe müsaade alarak duvarda asılı duran Kuranı kerimi alarak arka odalardan birine geçti. İmam bize dönerek gerçekten içten ve acılı bir şekilde beni oldukça hayretlere düşüren şu ifadeyi kullandılar: ‘Annem her şehit haberi duyunca ilk işi onlara bir yasını şerif okumak olur.’
Bu bahsettiğim olayı aynen yaşamış bir insan olarak şimdi soruyorum; ‘Dağdaki kandırılmış teröristle bu güzel insanları aynı çerçeveye koymak her şeyden önce bu güzel insanlara ciddi bir saygısızlık olmaz mı? Kürt meselesi kavramını kullananlar bu iki tür insanı aynı kefeye koymuş veya bu güzel insanları dağdakilerin saflarına itmiş olmaz mı?’
İşte bu mesele bu kadar derin ve bu kadar acıklı bir meseledir. Bu konuda ahkâm kesenler önce konuşma dillerini doğru kullanmasını öğrenmelidirler. Bu mesele Kürt meselesi değildir ve böyle bir mesele de yoktur. Bu meseleye Ankara’nın tepelerinden geçmişte çarpık bakanlarla bugün bu meseleye bakan koca kafalıların arasında hiç bir fark yoktur. Her iki bakışta yanlış ve eksiktir. Doğru bakış bu güzel insanlara gitmek ve dağdaki şerefsizlerle bu insanları ayrı görmektir.
Bana göre bu sancının, bu ihanetin son bulmasının adresi bahsettiğim imam arkadaşımızın, yanı bu millete muhabbet duyan Kürt kamuoyunun ayağa kalkmasıdır. Bu insanları İngilizler gibi bir Amerikan bir de Avrupa kartı taşır gibi iki dağ iki dere arasındaki mahkumiyetten kurtarmaktır. Gerisi kandırma ve oyalamadan başka hiçbir şey değildir.