Yetmişli yılların ortalarında mazlum, horlanan, itilmiş, garip gençlerdik. Kaderin cilvesi, doğup büyüdüğümüz köylerden kopmuş ve yapayalnız, desteksiz bir şekilde şehirleri mesken edinmiştik. Okuyacaktık ve adam olacaktık.
Evet, şehirlerdeydik ve üniversitelerde okuyorduk. Çalışkan, iyi öğrenciydik; ne var ki, çalışkanlığımız, iyi öğrenci oluşumuz pek kimsecikler tarafından da takdir edilmiyor, hatta horlanıyorduk. Ne öğretmenlerimiz, ne de şehirli arkadaşlarımız takdir ediyordu bizi; hatta zaman zaman alay bile ediliyorduk: “Şunlara bakın, bu zamanda namaz, cami, hâlâ yobazlıktan kurtulamamışlar!” tarzında ve buna benzer aşağılayıcı cümlelerle adeta sindiriliyorduk. Taşralı kimliğimiz ve “yobaz”lığımız hep alay konusu ediliyordu.
Bulunduğumuz şehirlerde topu topu birkaç kişiydik. İşte bizim dünyamız bu birkaç kişinin bir araya geldiği evlerimiz (odalarımız) veya bize yakın, adeta isimsiz küçücük derneklerdi. Kardeşlikten öte bir hayatımız vardı, bu ayrı illerden bir araya gelmiş Türk, Kürt, Laz, Çerkez… gençlerin. Secdede birleşiyor, bütünleşiyor; ideallerimizin ortaklığında buluşuyor ve mutlu oluyorduk. Tek idealimiz vardı; iyi bir Müslüman olmak, secdeyi hayat, hayatı secde eylemek ve Allah’a kul olarak varmak, O’nun Sevgilisi’ne yar olmak.
Gelecekle ilgili pek bir beklentimiz yoktu; çünkü gelecek bize uzak görünüyordu. Her yer tutulmuştu ve bize pek bir yer bırakılmamıştı. Makam- mevki gibi şeyler zaten hiç gündemimizi meşgul etmiyordu; bundan dolayı da zihinsel olarak çok rahattık. Bütün çabamız okumak, iyi şeyler düşünmek, yapmak ve şu fani dünyayı adam gibi terk ederek Rabbimize kul kimliğiyle varmaktı.
Okuldaki derslerimiz dışında, odalarımızda dost meclisleri kurar, demli çayları yudumlayarak kitapların derin dünyalarına dalardık. Gerçekten çok okurduk, gerçi okuyacak pek bir şey de yoktu ya. Ama Kur’an daima baş köşedeydi, Hadis kitapları ve Siyer de bunu izliyordu. Sonra, medeniyetimize uzak olan isimler okunur ve eleştiriler sıralanırdı. Dışarıdaysa “izm”lerin çatışması başlamıştı ve silahlar susmuyordu. Anadolu gençleri birbirlerini kırıyor, kardeş kardeşe kurşun sıkıyordu.
Bu kargaşanın içinde olamazdık ve olmadık. Elimize kardeşkanı bulaştırmadık. Sanki bir güç bizi geri çekiyor ve “Siz kendinizle uğraşın, kendinizi yetiştirin.” der gibiydi.
Hayata atıldık, memur olduk; her birimiz bir yerlere geldik. Uzun zaman anlayışımız, aşkımız aynen devam etti; çünkü dünyalık beklentilerimiz neredeyse hiç yoktu. Devletlûların gözünde “öteki” konumundaydık; zaten fişlenmiştik ve de bütün bunlar pek umurumuzda da değildi. Bulunduğumuz yere sürgün veya başka türlü “bizden” biri gelse, onu, yılların dostu gibi bağrımıza basardık. Bu durum, gelen arkadaş için de bir umut ve açılım olur, boşluğa düşmekten kurtulurdu. Bizler için de aynı durum geçerliydi.
Türkiye’nin, hatta Avrupa’nın neresine de gitsek, uğradığımız evlerde mutlaka, küçük de olsa bir kitaplık bulunur ve neredeyse aynı kitaplar vitrinleri süslerdi. Biliyor musunuz, birçok evlerde, bu kitaplıkların rafları doksanların ilk yarısından sonra adeta dondu ve çoğalmaz oldu. Ceplere para girince, makamlar kucak açınca zihinler mi boşalıyordu, aşklar mı bitiyordu?
Allah, o kan-revan bir zamanda adeta bizi yoklukla korumuştu. Rabbimizi, yoklukta bulmuştuk. Varlık bizi kuşatınca neler oldu, neler? Yüzler tanınmaz oldu, lisanlar anlaşılmaz oldu, dostluklar uçup gider oldu; velhasıl insanın içinde kaynayan volkan dışa fışkırır oldu!
Ne güzeldi devletimiz; onu kendi içimizde kurmuştuk ve sultanı da bizlerdik. Ötelerden, cennetten bir görüntü yansımıştı da onu bizler dünyada yaşıyorduk.
Günler geçti, devran değişti. Hurma bahçeleri çoğaldı, Kisra’nın sarayları alındı. Bozulmalar, erozyonlar, kişilik yitimleri başlar oldu. Hayır hayır, o bir avuç idealist grupta bozulmalar pek olmadı; nereden, nasıl geldiklerini anlayamadığımız yığınlar bir anda, iktidarı ele alan bu idealist grubun etrafını sarar oldu. Şaşırmıştık, ama olanlar oluyordu. Dünya pisliği etrafa saçılınca, sinekler çoğalıyordu. Bal koysanız, üç beş tane arı gelir; tıynet meselesi işte.
Dağlardan aşağıya doğru akan pınarlardık, ovalara ulaştık. Sular çekildi, ağaç olduk. Ağaçlar çoğaldı, ormana inkılâp etti. Orman büyüdü; büyüyünce içi çeşitli hayvanlarla dolup taştı. Olması gereken de galiba buydu. Aslan yine ormanın kralı, ama tilkiler, kurnazlıklarıyla ormanda eşek bırakmadılar. Haşeratlar, sürüngenler kol geziyor.
Ya dağlardan aşağıya doğru akan su olarak kalacaksınız (mümkün mü?), ya da ovalara doğru akarsanız ormana bürünmeyi önleme şansınız yok. Orman olunca da içiniz vahşi hayvanlarla dolup taşar. Ne var ki, siz, oksijen üretmeye devam edersiniz, ağaçlarınız kesilinceye kadar.
Dünyayı cennet olarak algılamak, yanılmanın ilk basamağıdır. Faniliğin yurt tuttuğu yerde mutlak mutluluk aramak delicesine bir aldanıştır.
Yunus Emre’nin dediğini diyebilmektedir, hüner:
“Mecnun olup da yürüyem,
Yüce dağları bürüyem.
Mum olam sızıp eriyem,
Yanam hey dost deyi deyi.”
D. Ali TAŞCI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci