Konuşmalarda, yazılarda ve diğer ifade tarzlarında herkes sevdiğini, beğendiğini; yani sevgilisini öne çıkarır, gündeme taşır. Bu, aslında doğal bir olgudur da; çünkü sizi ona bağlayan duygular, düşünceler, eylemler ve derin rabıtalar vardır.
Mayıs ayı geldiğinde benim de içime Üstad düşer; Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK! Üstad’ı dinlerken kendimizden geçişimizi daha dün gibi hatırlıyorum. Ne var ki O’nun Hakk’a yürüyüşünün ardından tam 32 yıl geçmiş! Aslında o hep içimizde, ama mayıs ayı hüznünü kiraz kırmızılığında içimize akıtır. Doğumu ve ölümü aynı ayda vuku bulmuş. O nedenle onun manevi evlatlarının, yoğurduğu neslin hem sevinçli, hem de hüzünlü ayıdır, mayıs!
Üstad, bir dönemi dönüştüren, zihin coğrafyalarına çakılan yabanıl kazıkları tek başına, ciğerinden kalemine kan çekerek, söken bir kahramandı. Fikirleriyle, düşünceleriyle, şiirleriyle, esprileri ve eylemleriyle; en önemlisi tecrid (soyutlama) yeteneğiyle bir neslin, hatta birkaç neslin yetişmesinde, maya tutmasında büyük emeği geçmiş bir şahsiyettir.
Zemheri kış dönemlerinde beyinler donarken, gönüller soğuktan buharlaşırken bizler onun şiirlerinde ruhumuza çıkış yolları bulduk, onun fikirlerine sığınarak beyinlerimizin donmasından kurtulduk, onun eserlerinde düşüncelerimizi demledik ve hayata koştuk. Düşünce ve hayat mürşidimizdi, Üstad. “Sonsuzluk Kervanı”na kattı bizleri.
“Necip fazıl Kısakürek, tecrid (soyutlama) kabiliyeti bakımından emsaline dünya durdukça pek de rastlanılması mümkün olmayacak seviyede bir dâhi idi. Onun şiirinde, hayır sadece şiirinde değil, pek basit ihtiyaçlarını bile dile getiren her konuşmasında korkunç bir tecrid, dehşetli bir sembolizasyon hemen dikkati çekerdi.
“ Sanki burnum değdi burnuna yok’un / Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”
diyebilecek hangi zekâ, hangi “kelam üstadı” vardır ki? Bugün ne o Türkçe kaldı, ne de onu böylesine kullanabilecek kimse.” (Psikiyatri Profesörü Ayhan Songar. Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1980)
Necip Fazıl’ı anlamak da anlatmak da zordur; çünkü onun idrakleri, duyuş ve kavrayışları karşısında bizler anadan doğma körler gibiyiz.
Albert Einstein’a fizikçi arkadaşları: “ Şu izafiyet – görecelik, rölativizm- teorisini anlat da öğrenelim.” demişler. Einstein da onlara şöyle cevap vermiş:
“ Geçenlerde anadan doğma kör bir arkadaşımla parkta oturuyorduk. Oradan sütçü geliyordu. Dostuma: “ Süt içer misin?” dedim. “Süt nedir*” diye sordu. “Beyaz bir sıvı.” cevabını verdim. “Sıvıyı anladım da beyaz nedir?” dedi. “Kuğu kuşunun rengidir.” karşılığını verince, o tekrar: “ Kuşu anladım ama kuğu nedir?” dedi. Ben de: “ Canım hani göllerde yüzen eğri boyunlu kuş var ya!” dedim. Bu defa dostum: “ Boynunu anladım da eğri nedir?” dedi. Bunun üzerine arkadaşımın elini tuttum ve omzundan itibaren bükülmüş dirseğimin üzerinden geçirerek: “ İşte eğri budur!” dediğimde, muhatabım, “ Haa, sütün ne olduğunu şimdi anladım!” cevabını verdi. İşte ben İzafiyet nazariyesini izah edersem, siz de onu ancak gözleri hiç görmeyen arkadaşımın sütü anladığı kadar anlayabilirsiniz!”
Necip Fazıl’ı, eserlerini bir ömür sindire sindire okumamış olanlara anlatmaya kalkışmak, bunun gibi bir şey; köre rengi, tatmamışa tadı nasıl anlatırsınız ki?
Bir insan düşünün, düşüncelerini ve duygularını anlatmak için kelimeler ona yetmiyor:
“ Kelime, mânayı boğan bir gömlek/ Paralıyorum.
Her kelime bir kabuk/ Deliyorum.”
demekten kendini alamıyor ve iç ırmağının önünü tıkayan kelimeleri aşmaya çalışıyor.
Cins kafalar, yaşadıkları çağda anlaşılmazlar; çünkü onlar yaşadıkları çağın kelimeleriyle konuşmaz, zamanın ötesinden konuşur ve yazarlar. O zaman da “çağdaş” olanlar bu insanları anlamakta zorlanır ve taşlarlar; çünkü insan, anlamadığı şeyin düşmanıdır. Hangi cins kafa yaşadığı çağda taşlanmamıştır ki?
Üstad daima öteleri özlemiş, “söylenmemiş cümlenin hasretiyle” yanmış ve maveraî seslerden kendine bir dünya kurarak, oradan “Hakikat”i terennüm etmiştir.
“Gözüm sekizinci renkte ve dördüncü buutta (boyut).” deyişi bunun bir göstergesidir.
“Çile”siyle büyüyen, tutuşan, yanan bir şairdir; düşünür, dâva ve aksiyon adamıdır. Cumhuriyet döneminde onun ayarında maveraî sesler veren bir başka şair ve düşünce adamı yoktur. Yalnızdır ve “Mukaddes emanetin dönmez dâvacısı”dır.
“Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım/ Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım.”
Yaşadığı çağdan iğrenir, yaşadığı çağın anlayışından da. “Sanat sanat için, sanat halk için..” kısır döngülerinin içine sığmaz ve gür sesiyle haykırarak ruhu titrek ve pak müminlerin gönlünü serinletir:
“ Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”
Anadolu insanının fizik ötesi düşüncelere kapanan kapısını açma cehdi ve cesaretini gösterebilen tek adamdı, Üstad.
“ Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim/ Minicik gövdeme yüklü Kafdağı.
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim/ Dev sancılarımın budur kaynağı.”
26 Mayıs 1983 günü, onu Fatih Camii’nden ebediyete uğurlayan on binlerce Mümin, arkasından onun mısralarıyla sesleniyordu:
“ Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber:”
Bir kural bozulmamıştı, cenazesinde “Devlet” yoktu. Üstelik ölmeseydi, bir kitabından ötürü hakkında kesinleşmiş olan 18 ay hapis yatacaktı.
Mehmet Âkif’in de cenazesinde “devlet” yoktu. Gerçek büyüklerin kaderi böyledir galiba, onlar, devlet arabaları eşliğinde bandolarla değil, milletlerinin omuzlarında Fatihalarla sonsuza uğurlanırlar. Zaten vasiyeti de öyleydi:
“ Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam/ Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam!”
Nur içinde yat ÜSTAD!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci