Atasözlerimizle söze başlayalım; çünkü onlar toplumun ortak paydaları ve müşterek değerleridir. Zaman süzgecinden damıtılarak gelmiş tecrübelerdir ki, yanılgı payları çok azdır:
“Eşeğe gem vurma, kendini at sanır.”
“Anlamayana anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.”
“Altının kıymetini sarraf bilir.”
“Atın önüne et, itin önüne ot koyma.”
Ve Mevlâna’dan bir sözle devam edelim:
“Karşınızdaki insan(lar)a ne anlatırsanız anlatın, anlattıklarınız, onların anlayabildiği kadardır.”
Mevlâna bir gün, “Biz, yetmiş üç mezheple birlikteyiz.” demiş. Bu söz, Kadı Siraceddin’in kulağına gitmiş. Kadı, bir müridini çağırıp, “Bu sözü kalabalığın içinde Mevlâna’ya sor; kabul ederse, hiç çekinmeden ona hakaret et.” demiş. Mürit, Mevlâna’ya ağza alınmayacak sözlerle hakaret etmiş; “eşek, köpek” demiş. Bütün bunlara karşı Mevlâna tebessüm ederek, “Biz onlarla da beraberiz.” diyerek onları utandırmıştır.
Mevlâna olmadan veya onun dediklerini azıcık hissetmeden onun sözlerini anlamak zordur. Hele anlamadan konuşmak ve ahkâm kesmekse, en hafif deyimle, ukalalıktır. Herkesin cerrah olup ameliyata kalkıştığı yerde, sağlam veya diri insana rastlayamazsınız. İnsan, haddini bilendir.
Mevlâna’ya soruyorlar: “Şems’te ne gördünüz ki, ondan sonra bütün hayatınız değişti?”
Cevap, müthiş bir evrensellik içermektedir:
“Ben, Şems’ten önce acıkınca yer ve doyardım; ne var ki Şems’i tanıdıktan sonra dünyayı yesem doymuyorum; çünkü dünyadaki aç kalan varlıkların, karınca dâhil, açlıklarını hissediyorum!”
“Ben, Şems’ten önce üşüyünce giyinir ve ısınırdım; Şems’i tanıdıktan sonra dünyayı giyinsem ısınamıyorum; çünkü dünyada üşüyen varlıkların titremelerini hissediyorum.”
Arkasından muhteşem hüküm cümlesini söyleyiverir:
“İbadet, evrenle bütünleşmektir!”
İçinde “öteki”ni barındıran insanın mutlu olabilmesi mümkün değildir; çünkü her öteki, yok edilmesi gereken bir düşmandır. Testilerini kırmayanların su birliğine ulaşabilmeleri mümkün müdür?
Mutluluk, “öteki”ni sevindirdiğiniz zaman, onun yüzünden fışkıran tebessümün kalbinizi aydınlattığı andaki duygunun adıdır.
Yolculuğumuz nerelere olmuştur; dünyayı nasıl gezdiğimizi iftiharla anlatmışız, anlatırız da, bir gün kendimize gitmemiş ve içimizdeki “biz”le tanışamamışsak, başkalarına anlatacak veya onlara örnek olacak hangi özelliğimiz veya özgünlüğümüz vardır?
Çekirdeğini tatlı bir elma yapamayan insanın bütün hikâyesi odun üzerine olur.
Hikâyemiz hazindir, düşmekte olan bir uçakta kral numarası yapan soytarının durumu gibi, traji-komik bir görüntü vermekteyiz. Detaylarda boğulurken aslolanı kaçıran zavallılar gibiyiz. Alkışlarımızla kuyuya düşürdüğümüz Yusuf’u, gözyaşlarımızla boğmak alçaklığını göstermekten utanmıyoruz!
Ölmemeyi beceremeyen insanın hakikati olabilir mi? Hakikat, Baki olanın bize bildirdikleridir.
Kraldan çok kralcıların, dalkavukların yeşerdiği yerlerde, insan tohumu boy atamıyor, maalesef. Bütün bunlara rağmen, Mevlâna ve onun gibilerin yüreğine sahip olmak erdemdir; elde kor ateş tutmak olsa da.
Evet, evrende her şey ve herkesle bütünleşmek boynumuzun borcu olmalı; ancak insanlığını kaybetmiş “mahlûk”larla bir arada bulunmak ise insana cehennem azabı veriyor.
Çile, anlaşılmadığın yerde yaşamanın adı olsa gerek.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter@DAliTasci