Ankara’da geçen 24 saat içinde duyduğum en çarpıcı cümleydi bu. Zihnime kazındı. “Unutulmazlar” arasına girdi. 4 Ocak 2010 gecesi, “Türkiye’deki durum” böyle açıklanmıştı diye hatırlayacağım.
DARBE VE YA MUHTIRA SÖZ KONUSU DEĞİL
4 Ocak 2010’u unutmam mümkün değil. O gün, daha yeni yılın, 2010’un ilk günleri bir elin parmakları kadar olamadan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “2010’da ne askeri darbenin, ne askeri muhtıraların söz konusu olamayacağını” ilan etmişti..
DEVLETİN İÇİNDEKİ SOVYETLER BİRLİĞİ ÇÖKÜYOR!
O günün gecesinde, devlet bürokrasisinin en tepe noktası sayılan makamdaki insan, yani devleti “içinden tanıyan” ve “içinden izleyen”, bu anlamda devlet hakkında söz söylemeye en yetkin konumda bulunan bir yetkili bize öyle dedi: “Devletin içindeki Sovyetler Birliği çöküyor!”
PEKİ BU DEVLETİN ÇÖKÜŞÜ MÜ?
Son gelişmeler olmasa bile çökecekti ona göre, “Çünkü devletin bir çok kurumu zaman içinde içten içe çürümüştü. Çöküş mukadderdi.” Peki, bu “devletin çöküşü” mü? Hayır. “Devletin içindeki Sovyetler Birliği’nin çöküşü.” Miyadını doldurmuş olanın çöküşü. Çökmesi gerekenin çöküşü.
OLANI BİTENİ HERKES BÖYLE GÖRMÜYOR
Tabii, olan-biteni herkes böyle görmüyor. Özellikle “zamanın ruhu”nu kaçırmış olanlar, ilikleri “statüko”nun pasıyla okside olmuş olanlar, bir yandan “kozmik oda”da ikamet ederken bir yandan karşımıza siyaset adamı, köşe yazarı, gazete yöneticisi olarak çıkıp “ikili kişilik”lerini sözümona saygın sıfatların ardında gizleyenler, Ankara’da “devletin içindeki Sovyetler Birliği’nin çöküşü”nden ziyade, “devlet kurumları arasında çatışma” görüyorlar ve dehşetengiz rahatsızlar.
ERGENEKON AVUKATI BAYKAL
Bu kesimin en dilli sözcülerinden biri, bir temel özelliği kendisini tanımlayışı ile “Ergenekon avukatı” olan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, arkada bıraktığımız yılı şöyle niteliyordu:
ACI BİR DÖNEMİN BAŞLANGICI
“Ülkenin dürüst namuslu vatandaşlarına yönelik şükranımızı derinden sarsan ve milletimizi kendi kendisine sorgulamaya yönelten acı bir dönemin başlangıcı oldu. Bir yandan Ergenekon davası, öte yandan ekonomik kriz, Türkiye’yi çok büyük acılarla karşı karşıya bıraktı.”
Bakış açısı farkı dedik ya. Benim açımdan 2009 yılı darbe planlarının ortalığa saçıldığı, darbecilerin teşhis edildiği, Türkiye’nin tarihini kirleten binlerce fail-i meçhul cinayet dosyalarının kapağının kaldırıldığı, hukukun her yere askerin en hassas bölgelerine ulaşabileceğinin görüldüğü fevkalade bir yıl oldu.
DERİN YARILMA
“Ergenekon sanıkları” ve “darbe girişimcileri”nin ana muhalefet liderinin “derin şükran duyguları”nın muhatabı olan “ülkenin dürüst ve namuslu vatandaşları” olarak görülmesi, Türkiye’deki “derin yarılma”yı yansıtıyor aslında.
Türkiye Cumhuriyeti, toplumuyla ve “hukuk devleti” arayışıyla bir yerde, devletin içinde yer alan ve çoktan içinden çürümüş olan “Sovyetler Birliği”, yandaşlarıyla birlikte diğer yanda.
Bir eski genel yayın yönetmeni-yeni köşe yazarı arkadaşımıza göre “Türkiye, yeni yıla en kritik devlet organlarının birbirleriyle ilişkilerinde ciddi bir güvensizliğin yerleştiği, bunun sonucunda devlet mekanizmasının işleyişi bakımından tam bir toz bulutunun ortalığı kapladığı bir görüntüyle girmiş bulunuyor.”
Acaba?
Bu, Türkiye’deki yarılmanın belirli bir kesimde “optik yanılma” şeklindeki yansıması olmasın. Çünkü bir yandan da “Devletin en tepesi” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Devlet kurumları arasında bir çatışma yok. Normalleşme var. Büyük bir değişim dönemine adaptasyonda sıkıntı çekenler var” diyor.
ASKERİN ŞAMAR OĞLANI
Türkiye’de bunca yıldır “askeri vesayet rejimi” varken, hiç “kurumlar arası çatışma” kaygısı çekmeyenler ve hükümetleri “askerin şamar oğlanı” olarak görmeye kendilerini alıştırmış olanlar, ya da Yıldıray Oğur’un satırlarıyla “’Kurumlar arası çatışma var, nereye gidiyoruz’ derken hükümet ile ordu arasında zaten kurumlar arası bir ilişki olamayacağını, ordunun hükümet kurumunun altında bir şube müdürlüğü olduğunu kabul etmemekte ısrarcı olanlar, “normalleşme”den tedirginlik duyuyorlar.
Türkiye’nin “hukuk devleti” olabilmesi için yollarının açılması için zorlanması, kimilerinin ışığa tutulmuş tavşan gibi ortada kala kalmalarına yol açtı. Bunlar hiçbir şeyi göremez hale geldikleri için Türkiye’nin “tarihinin en karanlık dönemini” yaşadığını yana yakıla haykırıyorlar.
Zor durumdalar.
Pazartesi günkü Yeni Şafak’ta Murat Aksoy’un uzun yıllar terörle mücadelede çalışmış, eski bir emniyetçi olan akademisyen Dr. Emre Uslu ile son derece ilginç bir söyleşisi vardı.
Şu satırları birlikte okuyalım:
“Kozmik odadan herkes çıkabilir, buna hazırlıklı olmalıyız. Medya mensupları da çıkabilir, siyasiler de, işadamları da. Zira orada ortaya çıkanların dışarı sızıp sızmayacağını bilmiyoruz. Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı mahkeme nezdinde girişimde bulunarak oradaki evrakları gizlemeye çalışıyor. Hem Genelkurmay’daki panik hem de birtakım medyadaki panik birlikte okunduğunda en azından işbirliği düzeyinde birtakım evrakların hakim, iki katip ve savcı tarafından bilinmesi özelliği var. Muhtemelen bu da bazı çevrelerde panik yaratıyor. Hatta o odalardan çıkabilecek kozmik evrakların şimdiden ‘kozmik medya’yı titrettiğini görebiliyoruz. Belli ki bunların sızmaması için yoğun çaba harcanıyor... Bu medyanın özellikle 1990’lı yıllarda psikolojik harekat unsuru olarak kullanıldığını biliyorum.”
Ankara’da son 24 saatlik temas trafiğinden edindiğim izlenim:
1) Muhtemelen “kozmik oda”nın “sırları” gerçek olmadıkları için değil, “astarı yüzünden pahalı geleceği” için ortalığa saçılmayacak.
2) Olan-bitenin “caydırıcılık” özelliği ise tartışılmaz. Bundan sonra, kolay kolay kimse “kozmik oda”da mesken tutmak istemeyecek.
3) Ve, Ergenekon soruşturmasına ve sürece verilen önem sayesinde “devletin içindeki Sovyetler Birliği’nin çöküşü” önlenemeyecek.
2010, Türkiye için iyi başlıyor diyebiliriz...