İHTİLALLERİN VE DARBELERİN BAYRAĞI: MEDYA

D. Ali TAŞÇI

                 Bir köşe yazısında basın tarihini analiz etmek gibi bir şeyden söz edemeyiz. Ne var ki insanoğlunun derinliklerinde haber alma, haberi yayma- paylaşma gibi bir duygu hep var oldu, var olacaktır; çünkü insan merak sahibidir. Yazıya geçilmeden önce bile, fısıltı gazeteleriyle, sözlü ulaşımla insanların birbirlerini haberdar ettiklerini tahmin edebiliyoruz.

                Yazılı basın ortaya çıktıktan sonra iktidar-basın arasında çok belirgin bir alışveriş söz konusudur. Bastırılamaz bir iktidar tutkusu ve yine ondan daha derin bastırılamaz bir servet edinme tutkusu bir araya gelince, paylaşımın, çatışmanın doğmaması nefs yasalarına aykırı bir durumdur. İktidar sahipleri iktidarlarını korumak için basını besler (besleme basın), medya sahipleri de güçlerine güç, servetlerine servet katmak için iktidara çanak tutar. Bütün bunlar, insanın kişiliğini bozar ve karşımıza adeta “ucube varlıklar” çıkarır.

                Aslında insanın dürtüleri, arzuları anlaşılırsa daha kolay sonuçlara ulaşılır. İnsan bir yönüyle zayıf bir varlıktır. Dünya şatafatı, kendini belli etme, şöhret, servet, şehvet… dengede tutulamaz ve terbiye edilemezse, akıl almaz bir “canavar” olarak karşımıza çıkar. Onun bu zaafını bilen şeytan kılıklı yaratıklar, bu ince tarafından girerek onu sömürürler; adeta kendilerine, ideolojilerine tutsak ederler. Bu kısır döngü hep devam eder.

                Başbakan açıkladı ya, “Banka reklamı yapanların solculuğu”ndan! Birkaç dakika bile tutmayan reklamlardan milyonlar devşirilebiliyorsa, bu zenginlikle yatlarda, şehvet fırtınaları eşliğinde viskileri yudumlayarak “sanat”tan dem vuruluyor ve gençlerin ağız suları akıtılıyorsa… Ve bütün bunlar “bir kısım medya” tarafından “sanat” adı altında faş ediliyorsa, gençlerin dizginlerini artık tutmanın zor olduğunu bilmek gerekir. 

                “Devlet boşluğu” yaratılmadan önce hiçbir ihtilal, darbe amacına ulaşamaz. Kendi şatolarında nefislerinin esiri olarak yaşayan birkaç bin insanın doyurulamaz iştihalarına dokunduğunuz an, en şiddetli depremlere hazırlıklı olmanız gerekir; çünkü bu tipler, nefislerini ilah edinmişlerdir ve ona kullukta hudut tanımazlar. Bunun için kişilikmiş, ahlakmış; toplum sağlığı, insan haysiyetiymiş umurlarında olmaz.

                Örnek mi istiyorsunuz?

                Napolyon, devlet satrancını kaybedip Elbe adasına sürgün edilince, basının da hemen dili çözülmüş, önceleri “zafer” diye göklere çıkardığı Napolyon savaşlarının birer sefil yenilgi olduğunu yazıp konuşmaya başlamıştır. Bir gün önce ona dalkavukluk edenler, bir gün sonra paketlenip Elbe’nin yolunu tutunca, nefret ve hakaretlerle üzerine saldırmaktan çekinmemişlerdir.

                Fakat Napolyon çok kısa bir süre sonra sürgünden dönecek ve hem Fransız halkı tarafında hem de onu birkaç gün önce acımasızca eleştiren basın tarafından “kahraman” olarak karşılanacaktır. Dönemin “Debats” gazetesinden bir örnek verelim: (20 Mart 185)

 

                “Korsikalı (Napolyon), macera düşkünü bir avuç yabancı haydut ve asker kaçaklarından oluşan çetelerle Fransa’yı işgale kalkmıştır. Büyük Fransız milleti, buna razı olmayacaktır. Bu haydudun istibdadı altına düşmeyi kabul edecek yerde yok olmayı tercih edecektir.”

                Ertesi sabah, Napolyon, halkın büyük bir coşkusu içinde Paris’e girdiğini görünce “Debats” gazetesinin onurluca ülkeyi terk ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ne gezer! Napolyon’u alkışlarla karşılıyorlar ve “Paris’te emniyet ve sevinç havasının estiğini, Paris halkının hayranlık, mutluluk, güven duyguları yaşadığını” yazıyor, yazabiliyordu. (İsmet Bozdağ. Dünyada ve Türkiye’de Basın İstibdadı, Emre Yay.)

                Çıkarlar çatışınca zayıf olanlar, güçlüden yana tavır koyar. Bu, kişiliğini oturtamamış, nefsinin zebunu insanların vazgeçemeyecek oldukları bir yaşam felsefesidir; çünkü her şey sahip olmak, yani nefse kul olmak içindir.

Bugün medya sansüründen söz edenler için, aynı kitaptan bir başka alıntı yapmak istiyorum: “  941 yılı eylülünde CHP grup toplantısında Başvekil’in (İnönü): “Basında en küçük aykırılığını gördüğüm gazeteyi kapatarak cezalandıracağım.” demesi üzerine, milletvekili Sırrı Uçar, yerinden bağırıyor:

                “Kapatmak yetmez; kafasını kesmeli, kafasını!...”

                İnsanın zaafları vardır ve bunlar terbiye edilemezse, insan zaaflarının kulu durumundadır. Servet sahibi olmak, makam elde etmek, şehvet… gibi dengede tutulamazsa insanı uçuruma götürecek amansız duygular içimizde at oynatmaktadır. Esasen eğitim de işte bunları yok etmek değil, dengede tutmanın adı ve yoludur. Böyle bir eğitim dünyada yoksa sadece kendi ülkenizde iyi şeyler yapmanın da pek o kadar faydası olmayacaktır; çünkü dünya artık “tık”ların içine sığacak kadar küçülmüştür. Bu iletişim çağında, zaaflarını dengede tutamayanların daha ne hikâyelerini okuyacağız, hep birlikte göreceğiz.

                Fakat Müslüman kardeşlerime Allah’ın ayetlerinden birini hatırlatmak istiyorum:

                “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu iyice araştırın ki, bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6 )

                “Fasık,  Allah’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, kötülük işleyen” diye tanımlanmış Türk Dil Kurumu sözlüğünde. Bugün olup bitenler, yalan dolan haberlerle toplumu fitne ve fesada sürükleyenleri gördüğümüz zaman, bu tanımın daha ötelerinden sesler duymaktayız.

                Belalar, gübre gibidir; bahçe bulunur, iyi bir bahçıvan da gübrelemeyi doğru zamanda yaparsa, ekinlerin gür geldiğini görürsünüz; haşereler, böcekler, tarla fareleri istemeseler de. Ne var ki onların besin kaynağı da gübredir, onu da tamamıyla ortadan kaldırmamak gerekir.