Şeyhin biri bir gün hamama gitti. Kendisini yıkayıp sabunlayan tellâk ham (kaba) herifin biriydi. Keselerken çıkardığı bütün kirleri şeyhin kolları üzerinde toplayıp hepsini şeyhin gözleri önüne serdi.
Ardından da sordu: “Ey pak yüzlü şeyhim, şu dünyada lûtuf (ikram, yardımda bulunma) ve kerem (şeref, ululuk, yardım) ne demektir?”
Şeyh cevap verdi: “Kirleri saklayıp gizlemek ve onları insanların gözlerinin önüne asla koymamaktır.”
( Tellâğın o kirleri göz önüne yığmasından kastı, nasıl kir çıkardığını gösterip övünmek, bu sorudan maksadı da şeyhi cömertçe davranmaya zorlayıp bol bahşiş almaktı.)
İnsan iyilik okyanusu olmalı değil midir? Sözleriyle, davranışlarıyla hep bir hakikatin tercümanı olmalıdır. Cahil tellâk gibi bahşişini düşünmemeli, gelişen her olay ve olgudan dersler çıkarmalıdır.
Bugün ülkemizde ve tüm dünyada olağanüstü olaylar gelişmektedir. Bir virüs, tüm dünyayı adeta yerinden oynatmaktadır. Bütün silahlara karşı meydan okumaktadır. Dünyayı bir hapishaneye çevirmiştir. İnsanlar ölümle burun buruna yaşamanın depresyonuna girmiştir.
Fakat bu musibetten çıkış yolunu akılla (bilimle) bulduktan sonra, gönlü devreye sokmazsak, korkulur ki, önümüzdeki zamanlarda daha dehşetli günler insanlığın başına gelebilecektir.
Bugüne kadar dünya kirlerini biriktirip insanların adeta gözlerine sokma gayreti yaşanırken, bu davranışlar virüs olarak karşımıza çıktı. İnsanlar bu musibetten ders alır da birbirlerinin kirlerini ortaya döküp şantaja kalkışmazlarsa, umulur ki Allah, bizi bağışlayacaktır. Aslında her bela, hakikati görmenin de yoludur. Her çirkin hareket, insana doğru yapma yollarını da öğretir. Bu musibetten insanlık olarak ders alır, paylaşımı dengeleyebilir, zulümden azami ölçüde kaçınır, hak ve hukuk ihlalleri yapmazsak, önümüzde çok aydınlık yollar açılabilir. Fakat eski tas, eski hamam olursa durum vahim olur.
Cenab-ı Hak Kudret sıfatını yeryüzünde alenen tecelli ettiriyor. Gözle görülmeyen bir canlıyla bütün dünyanın teknolojisine meydan okuyor. Ne kadar aciz olduğumuz ortada duruyor.
Dünya, ahlâkını kaybetmiş, başı kesilmiş horoz gibi bir sağa bir sola zıplayıp duruyordu. Bu durum insanlığın yaradılışına tersti. İnsan zalim olmuştu. Mazlumlar kan ağlıyordu. Hani o çocuğu hatırlayalım; “Sizi Allah’a şikâyet edeceğim!” demişti. Çocuğun bu sözüne kimileri bıyık altı gülmüştü. “Bir çocuk” demeyin sakın, o ses bir âlemin sesiydi ve çocuk ona tercüman olmuştu. Allah da mazlumun şikâyetini (ahını) yerde koymamıştı.
Evin içinde biraz tefekkür edelim:
Hani nelerimiz vardı; dükkânlar, iş yerleri, fabrikalar; ulu dostlar, karizmatik davranışlar, güzel yüzler, şuh bakışlar; avaneler, şakşakçılar ve daha neler… Hepsi yara aldı, tökezledi. Gitmek istediğin yere gidemiyorsun, özgürlüğün kısıtlanmış, tuzağa tutulmuş bir kuş gibisin. Dünya hayatı bulutlanmış, güneş yüzünü göstermiyor.
İnsanın en uzun ve derin yolculuğu, kendi içinde yapmış olduğu yolculuktur. Dünyayı dolaştık da kendi içimizde bir adım yol almamışsak, biz neyin erdemi, sosyal adaletinden söz ediyoruz? Kendi içinde yolculuğu olmayan insanların albenili yüzlerine aldanmayalım, şeytani gülümseyişlerine bel bağlamayalım, ebedi kaybımız olabilir.
Derim ki, hep birlikte iç yolculuğumuza çıkalım ve gördüklerimiz karşısında hayretten hayrete girelim. Rabbimiz bizi terk etmedi, yeter ki biz O’nu terk etmeyelim.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci