“Izdırabım var!” dedi. Yüzünün rengi solgundu. Bakışları donuktu; fakat derinlemesine ve içli bakıyordu. Gözünün içine baktıkça, gözüm adeta kamaşıyordu. Küçücük gözlerine bir dünya sığdırmanın çilesi, gözyaşı olarak yanaklarından aşağı akıyordu.
“Nedir ızdırabın? Eşini mi, evini mi, arabanı mı; dostlarını mı kimi ve neyi kaybettin?”
“Keşke öyle olsaydı, zamana sığınır ve ızdırabımın geçmesini beklerdim.”
“ Zamana sığmayan nedir? Seni kıvrandıran, yüzünün rengini solduran nedir?”
“ Derinlemesine bir bilseydim! O zaman derdime derman bulabilirdim; ama bilmiyorum. Bilmemeyi bile bilmiyorum! Bilebildiğim şey, ızdırabım bana beni buldurdu. Dünyada arayıp da bulmakta zorlanabileceğin tek şey meğer kendimmiş! Bugüne kadar hep dış yolculuklar yaptım, kimlerle, nelerle karşılaştım; fakat hepsi gölge varlılardı, uçup gittiler. Dış yolculuklar seni sana buldurtmuyor. Izdırap, iç yolculuğun anahtarı, o yolculuğa çıktığın anda sen, bulutların arasından güneş gibi doğuyorsun. Biliyor musun ızdırap, Allah’ın var oluşunun en büyük delilidir.”
“Hıh!.. Nasılmış o?”
“Hüzün, kömürü elmasa çeviren asırlık bekleyişin, sabrın nimetidir. Elmasın aslı hüzündür, ızdıraptır. Pişmemiş insan kömür gibidir, ateşi arar. Pişmiş insan ise elmas gibi kıymetli olur.
Kavuşmak isteyen ızdırap çeker. Ya da ızdırap, ayrı düşenin gönlünde yurt edinir. Izdırapsız kavuşmalar gölge kavuşmalardır; bir güneş onu yok edebilir. Ölümün yok edebileceği hiçbir kavuşma, insana vuslat tadı vermez. Ölümün kıyısına varamadığı tek şey aşktır. Aşk da izdırabın meyvesidir.
Yunus ne güzel söyler:
“ Korkum anı buluncaydı/ Şimdi korkudan kurtuldum.”
Bir keşfin ve kavuşmanın uyandırdığı sevinci görebiliyor musun? Izdırap, keşfin, kavuşmanın ve sevincin meyvesidir. Keşfi ve kavuşmayı toprak say, sevinç tohumdur ve onun meyvesi de ızdıraptır. Ne badirelerden geçerek bu hale gelmiştir. Izdırabı olmayanın meyvesi de yoktur; baharı boşuna beklemesin.
“Izdırap, varoluşun tohumu mudur?”
“Öyle say!”
“Varoluş nedir?”
“Hiçliğe kavuşmaktır, diyebilirim!”
Bende, beni aşan bir şey vardır ve o şey;
“ Beni bende demen, bende değilim/ Bir ben vardır bende, benden içeru.” sesiyle bana ayna tutuyor. O kapıya ben ızdırap anahtarıyla yanaştım.
Sevmek, kendini aşmaktır; sevdim ve yola koyuldum. Sevgiyle yola koyulanlar yolda pişerler ve yollarına devam ederler de, sevmeden yol alanlar yolda kalırlar, toprak olurlar. Izdırap, toprağı ruha çevirmektir ve buluşma ümidiyle yanıp tutuşmaktır.
Kendi derdimizi haykırdığımız zaman insanlık, bu haykırışta kendini bulabiliyorsa, o haykırışımız evrensel bir ızdıraptır ve dirilticidir. Bu haykırışın sesi bütün musiki nağmelerinden daha etkili, hatta bayıltıcıdır; çünkü bedeni aşıp ruha bürünerek gelmiştir. Ruhunun varoluş musikisini dinleyemeyen yaşamıyor ki, nesinden söz edeyim?
Kendimden uzaklaştıkça ızdırabım azaldı, kendime yaklaştıkça ızdırabım arttı; anladım ki ızdırap, kendini bulmaktır; öldüren değil, oldurandır.
Hayatı boyunca hiç kahkahayla gülmeyen Efendimizi anlayabilir miyim?
Kahkaha tufanında boğduk ruhlarımızı. Toprak ceset ızdıraptan ne anlar?!
Izdırap, ruhun bayrağıdır; nerede o bayrak dalgalanıyorsa o vücut özgürdür.
Ve vatan, özgür ruhların sığındığı yerdir.
Ruhlarını haz ateşine kurban edenlerin vatanları cehennemdir..
Asıl vatan ise cennettir.
Hüzünlü gönüllere selam olsun.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci