Hintliler, zifiri karanlık bir odada bulunan fili halka göstermek isterler. Halk toplanır ve karanlıkta fili gözle görmeye imkân olmadığı için, file dokunarak onu tanımaya çalışır.
Meraklılardan biri filin hortumunu tutar ve “Fil bir oluğa benziyor.” der.
Başka birinin eli filin kulağına dokunur. O da filin yelpazeye benzediğini söyler.
Bir diğerinin eli filin ayağını tutunca, o da, “Filin şekli direk gibidir.” demekten kendini alamaz.
Son bir kişi de elini filin sırtına koyduğu için; “Bu fil taht gibidir.” der.
Aslında fil bunlardan hiçbir değildir; duyu organı olan el, onları aldatmıştır. Ellerine bir mum (ışık) almış olsalardı fili tanırlar, sözlerinde çelişki bulunmazdı. Bu mum, hidayet nurudur; o olmadan hiç kimse eşyanın hakikatini öğrenemediği gibi; kendi hakikatini ve ebedi varoluş hakikatini de öğrenemez.
“Bilim gözlem ve deneye dayanır.” deniliyor. Elbette bunda doğruluk payı vardır. Geçmiş dönemlerde güneşi bir tepsi kadar görenler de gördüklerinin doğruluğuna inanıyorlardı. Bir ilaç, bu hastalık için çok iyi gelir diyenler, başka bir formül bulununca onun daha iyi olduğunu söylemekten çekinmiyorlar. Bu durum, “bilim mutlak doğruyu veremez” sonucuna insanı götürür.
Şiddetli bir fırtınada dalgalar denizi kaplayınca, bakanlar denizi değil de dalgaları görür. Beden gemisini görürsün de bedeni hareket ettiren ruhtan haberin yoksa, ruh ikliminin sonsuz dalgalarını sezemiyorsan, hakikatle senin aranda büyük uçurumlar var demektir.
Ot gibi ayakları yere bağlı olanlar, bir hakikat rüzgârı esince sağa sola savrulurlar.
“Gözlem ve deney” bir yere kadar seni götürür. Oysa insan sonsuz yolculuğa çıkan bir varlıktır. Sonsuz yolculuğunda “gözlem ve deney” seni hakikate ulaştırmaz. Seni hakikate ulaştıracak olan şey vahiydir, âlemleri Yaratan Allah’ın afakî ve enfüsi yasalarıdır. Senin “gözlem ve deney”in âlemleri kuşatabilir mi? İnsan, gönül kulağını açan, hikmetlere kulak veren, hakiki kulak kesilip hakikati duyandır ve ona teslim olandır. Bir elinle fili kucaklamaya çalışırsan komik olursun!
Ham meyveler dallara sımsıkı sarılır; çünkü onlar yemeye layık hale gelmemiştir. Fakat meyveler olgunlaşıp tatlılaşınca, artık düşmeye hazırdır ve dallara gevşek sarılır.
Kâmil (olgun) insanın yürüyüşü bile başkadır; ardından insan kokusu gelir; çünkü o, dünya dalına sımsıkı sarılan değildir.
Taassubun en katmerlisi, dünyaya sımsıkı sarılmaktır; bu durum hamlığı gösterir. Bir kader fırtınası eser de bu olgunlaşmamış meyveleri yerinden ederse, o ham meyveler hayvanlara yem olur ya da yerde çürüyüp gider.
İnsan beş duyusuyla algıladığını mutlak doğru görür. İnsan kendini tanıdı mı ki, kendi dışındakileri tanıyıp anlamlandırsın? İnsan kıyısı olmayan bir denizdir, o denizden sadece yüzme bilerek çıkılmaz, hidayet gemisine de mutlak ihtiyaç vardır. Rabbim hidayet yolundan ayırmasın!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci