Her zaman olduğu gibi bugünlerde de insan kavramının asıl kimliğine çok muhtacız. Bir insan, insanlıktan sıyrıldığında ondan daha belalı bir canavar, varlık içinde bulunmaz. Özü bozulan hiçbir şey el üstünde tutulmaz, yokluğa terk edilir, çünkü. İnsanın bir anlamının da “gözbebeği” olduğunu hatırlayarak, bunu kaybettiğimizde karanlıkların saldırısının kaçınılmaz olduğunu bilmek durumundayız.
Hz. Mevlâna’nın yedi öğüdünü hatırlayalım:
- Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
- Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
- Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol.
- Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
- Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
- Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
- Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Mevlâna, İnsanı yaratandan dolayı değerli ve eşsiz görmektedir. İnsan zihninde ve algısında sadece karşıda duran bir obje olarak insan varsa, onunla bir yarışmaya girmemek, çatışmamak adeta mümkün değildir; çünkü menfaatler söz konusudur. Paylaşımın olduğu yerde kavga eksik olmaz. Ne gariptir, yeri geldiğinde “bir dava” uğruna birbirlerine canlarını sunabilenler, bu “dava”nın galibiyetinden sonra “ganimetler” paylaşılırken kıyasıya birbirlerini öldürebiliyorlar! Terbiye edilmemiş, Rabbinin nurunu kendi öz aynasında temaşa edememiş her insan böyledir ve bunun da hiç istisnası yoktur.
Mevlâna’yı dinlemeye devam edelim:
“ Beri gel, daha beri, daha beri
Bu vururculuk neye dek böyle?
Bu hır-gür, bu kavga nereye dek?
Sen bensin işte, ben senim işte
Ne diye bu direnme böyle?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
Sağ soluna yan bakar, ne diye?
İkisi de senin elin, ikisi de
Peki kutlu ne, kutsuz ne?”
İnsanların gönüllerine sevgi eken bir sevgi bahçıvanıdır, Mevlâna. Olabildiğince sevgi radarları açık olan insan toplulukları her dem başarılı olmuşlardır. Bizim medeniyetimiz bir sevgi medeniyetidir. İnsanı, menfaati sana dokunacak diye sevmek değil, onun yaratıcısı Allah olduğu için onu sevmek ve dolayısıyla bir biçimde kendini sevmektir. Bunun adı irfandır ki, ona kavuşmadan söylenecek olan her söz ve davranış yol vurucudur.
Kavga, aslında şekil şekil ve renk renk duran bardaklar arasında; kimi şu şekil, kimi bu renk. Kırılan bardakların içinden akan suların bir kapta birleşmesi ve aralarında kavga ve farklılık olmaması ne kadar manidar? Özüyle tanışan insanın kavgası olmaz; onun dünyada bütün gayesi İNSAN olmaktır; çünkü yarın insan olarak Allah’ın karşısına çıkmak gibi bir derdi ve sorumluluğu vardır. Bu dert ve sorumluluğu unutanlardan insan davranışı beklemek de insana yakışan bir davranış biçimi değildir.
“ Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak.” der, Mevlâna.
Özünü, fıtratını sulamayan, onun gelişip serpilmesinin hazzını iç dünyasında tadamayan ve seyredemeyenlerin adaleti, kendi menfaatleri doğrultusunda gelişecektir; çünkü onlar, özlerini tanımadıkları için, kendi renk ve şekillerini kutsarlar. Bugünkü dünyamızda bu negatif görüntüden başka bir görüntü seyredebiliyor muyuz? Böyle olması çok doğaldır; çünkü yanlış yere ekilen tohum filiz vermez. Mevlâna yine sorar: “ Mizaç ve tabiatı bozuk ve hasta olan kişi, kimsenin iyi olmasını ister mi?”
İnsanların fıtratları, mizaçları olduğu gibi, milletlerin de fıtrat ve mizaçları vardır. Her millet, kendi yaradılış kodları uyarınca fıtrat ve mizacını geliştirse, dünya güller bahçesine dönerdi. Ne yazık ki, bu böyle olmadı, olmuyor; ruhlarını çürümeye terk edenlerin iğrenç kokuları kimi zaman tüm dünyayı tutabiliyor.
İnsan olabilenler, insan kalabilenler, insan olarak yaşamasını bilenler; insanca ölmeyi de bilirler. İnsan olarak yaşamaktan, insan olarak ölmek daha zordur. Fanilik yurdunda, bekaya yolculuk gibi bir derdi olmayanların, insanlık diye bir dertlerinin olmadığını bilmek de ayrıca bir insanlık vasfıdır.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci