İnsanoğlu; yeryüzüne ayak bastığı ilk günden beri mutluluğun ve huzurun arayışına çıkmış ve çok çetin geçen uzun bir yolculuk sonrası bugünlere gelmiştir. Bir yanda kendi nefsiyle sürekli bir şekilde kavgalı olan insan diğer taraftan da doğal engellere ve şartlara karşı da mücadele etmek zorunda kalmıştır.
İnsanı yaradan kudret, insanın mutluluğunu ve huzuru istemiştir ki, bunca bolluğu ve nimetleri insanoğlu için var etmiş ve ilahi mesajlar yoluyla da insanoğluna huzur ve mutluluğa gidecek yolu göstermek için kitaplar ve peygamberler göndermiştir.
Birilerinin iddia ettiği gibi ilk insan ilkel bir varlık asla değildir. Bilgi fukaralığı, ufuk darlığı, kullanılabilir imkanlar potansiyeli bakımından ilk insanın konumu belki bugünden çok farklıdır ama ilk insan da zamanına göre medeni ve uygardır. Çünkü o, eşrefi mahluk olarak en üstün yeteneklerle yüklenmiş olarak yer yüzüne hakim ilan edilmiştir.
Kul olarak yaratılmış olan insanın, yaratanından başka hiçbir varlığın karşısına diz çökmemesi istenmiş, ancak yaratanına kulluk etmesi ve onun çizdiği yol haritası doğrultusunda hayat yolculuğunu sürdürmesi kulluk borcu olarak yüklenmiş ve borcunu en iyi şekilde ödemesi ondan istenmiştir.
Tek başına hayat sürebilecek bir biçimde yaratılmadığından dolayıdır ki, insan denilen eşrefi mahlûkat, diğer insan veya canlılarla bir arada yaşamaya adeta mahkum edilmiştir. Hiçbir insan tek başına yaşayarak, bütün ihtiyaçlarını yalnız kendisi üretip ve yine kendisi temin ederek asla tekâmül edip gelişemez.
İnsanın veya insanlığın tekâmül edip gelişebilmesi için mutlaka başka canlılarla iletişim kurması ve birliktelikler oluşturması şarttır. Ortak bir dil geliştirmek, tehlikelere karşı birlikte mücadele etmek, nimetleri hak ve hakkaniyet ölçüleri altında ortaklaşa paylaşmak insanlığın belli başlı ortak ülküleridir. Bu ülkülerini gerçekleştirmeyi başarmış topluluklar millet olma şerefine nail olabilmiş topluluklardır.
Belli bir ortak dil geliştiren toplulukların daha sonraki süreçlerde ortak bir gönül dili de ortaya koyabilmeleri arzu edilen bir seviye ve ulaşılması gereken bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı gönül dilini geliştirmeyi başarmış, aynı inançlar etrafında buluşup kaynaşmış mütekâmil toplulukların söz konusu değerleri kendi coğrafyaları dışına taşımaları durumunda da ümmet potansiyel ortaya çıkar ki, biz buna din ve inanç beraberliği diyoruz.
Ümmet etiketi altında Millet fikrini yok saymak ne kadar yanlışsa, millet düşüncesi gölgesinde ümmet fikrini inkâr etmek de bir o kadar yanlış ve zararlı bir bakış çarpıklığıdır. Aynı aidiyet hısıyla birbirlerine yakınlaşan, aynı ortak dili konuşup gönül akrabalığı kuran, ortak kaderi paylaşıp ortak hedeflere kilitlenen toplumlara nasıl ki millet diyorsak, farklı coğrafyalarda da yaşamış olsalar ve aynı dini inançları paylaşıyorsalar, o topluluklara da ümmet diyoruz.
Millet ve ümmet kavramlarını bir birinin zıddı gibi göstermeye çalışan, birinin olduğu yerde diğeri olamaz iddiasında bulunan kimseler iyi niyetli kimseler değillerdir. Milliyet fikrini ırkçılık olarak tarif etmeye kalkanlar soysuzluk illetine düşmüş ve ümmet merhalesi içinde zararlı kimselerdirler.
İnsanoğlu var olduğu günden beri bir yandan ortak huzuru ararken diğer taraftan da sürekli bir şekilde savaşarak, birbirlerini imha ederek insaf ve merhamet kısırlığının en korkunç olanını yaşamıştır. Birilerinin bahsettiği veya projelendirerek insanoğlunun önüne koyduğu dünya kardeşliği veya diyalog arayışları her ne kadar şirin ve insanı özlemler olarak gösterime çıksa da hepsi bir aldatmaca oyunundan başka hiçbir şey değildir.
Aynı ortak kaderi paylaşan, aynı dine inanan ve aynı soydan geldiğini varsayan toplumlar bile söz konusu istendik çizgiye ulaşmayı bir türlü başaramamışken, ham hayallerle ve içi boş senaryolarla insanoğlunun zihinlerini kirletip, güzel insanların özlemlerini kötü amaçlara alet etmek hiç de insanı veya dini bir yaklaşım değildir.
Küreselleşme veya globalleşme şarkılarıyla insanlığı uyutmak, ebucehillerin günümüzdeki kırıntılarının insanlığı toptan köleleştirme emellerini bir takım kavramların gölgesinde insanlıktan gizlemeye kalkmak; izansızlığın, idraksizliğin çök ötesinde resmen bir delalettir.
Her gün yeni bir ülkenin işgale uğradığı, milyonlarca çocuğun açlıktan can verdiği, insanların en kutsal hakları olan statü haklarına acımasızca müdahale edildiği bir dünyada bir takım suni reçetelerle huzur ve mutluluk vaat etmek yalanların en büyük olanıdır.
Huzurun ve mutluluğun tek ve değişmez adresi her toplumun kendi içinde inşa edeceği birliktelik ve kaynaşmışlıktır. Milletler evrenin cıvataları gibidir. Bu cıvataları emperyalist oyunlarla yerinden oynatırsanız evrenin bütün dengeleri altüst olur ve geçmişin bütün birikimleri katledilmiş olur.
Toplumların en küçük hücresi olan aile içerisinde bile muvazenenin bozulduğu, insanlar arasındaki ilişkilerde en ufak bir çıkar duygusunun bile göz ardı edilemediği bir dünyada boş hayallerle insanları avutmaya kalkmak küfre hizmetkarlık olur.
Dünya’ya entegre olmalıyız, zaman öyle gerektiriyor gibi yalanların arkasına sığınarak, yaradılış hikmetimiz ve bize yüklenmiş olan misyonumuza ters düşen raylar üzerinde yolculuk yapmaya bu milleti davet edenler bu milleti tanımayan ve dünya gerçeklerini bilemeyen zavallılardırlar.
İnsanlık tarihinin en kirli oyunuyla karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Bu oyunun etiketi globalleşme, küreselleşme veya diyalogdur. Bu kavramların hepsi insanlığın ortak huzurunun altına yerleştirilmiş patlamaya hazır mayınlardır. İnsanlık tarihi milletler mücadelesinden ibarettir ve bundan sonra da aynı istikamette sürecektir.
Kirli oyunun hedefinde milletler ve milli devletler vardır. Milli orduları çökertme, milletin ortak paydalarını çözme, milli sermayeyi küresel sermayenin emrine verme, su kaynaklarını ve kullanım haklarını ele geçirme oyunu devam ediyor.
Hak ve batıl kavgası sürecek, hak yolda olanların tırnakları şeytanı yolda olan dünya ağalarının atomlarına galip gelecektir. Biz buna inanıyoruz ve hayat rotamızı, kulluk çizgimizi bu istikamette sürdürmeye karar kılmış bulunuyoruz. Allah’a inanıyor ve onun gücü üstünde başka güç tanımıyoruz.