Dünya denilen küçücük mekânda insan zaman zaman bunalıyor, sıkılıyor, kederlere boğuluyor. Sonra kendi imkânlarıyla bu hafakanlardan kurtulmak istiyor, fakat daha bir tünele giriyor, ışıktan uzaklaşıyor. İnsanın iç dünyası öylesine büyük ki, adeta dünyaya sığamıyor. Sonsuzluk ikliminde, sonsuzca yaşayacak olan bizler, bu dünyanın küçücük mağarasına nasıl sığabiliriz? İçimizde sonsuza akan pınarın önünü “dünya” denilen tıpayla kapatırsak, işte o zaman patlayacak noktaya geliriz.
Doğarken yalnız doğarız, ölürken de yalnız ölürüz; iki yalnızlık arasındaki kalabalıklara aldanmamak gerek. Bu kalabalıklar bizi oyalar ve asıl vatanımızı unutturmaya çalışır, oysa fıtrat unutmaz. İşte çatışma da buradan doğar ve huzursuz bir tip oluşur. Huzursuz tipler saldırır; kendinden olmayan her şeye düşmanca tavırlar takınır. Aslında bunu yapmakla kendilerine de saldırmış olurlar; çünkü her olumsuz davranış, öncelikle onu gerçekleştireni vurur.
Ana ve çocuk. Dünyada birbirine yakışan iki varlık. Sevgide, merhamette, şefkatte eşi bulunmaz bir abide, ana! Ananın çocuklarına karşı olan sevgisi verilmiş sevgidir; babanınki ise kazanılmış sevgi. Arada çok büyük fark vardır. Ne var ki, çocuğun dişi ağrırken, ana her ne kadar ötede ağlasa da o diş ağrısı çekmez; dişi ağrıyan ve zıplayıp duran çocuktur. Anamız bizi ne kadar çok severse sevsin, diş ağrımızı çekmez, onu biz çekeriz.
Yalnız doğduk ve yalnız öleceğiz. Elbette sevgiye layık olanları sevmeliyiz, saygı duyulacak olanları saymalıyız, ama hiçbirini Mutlak Sevgili’nin yerine koyup ilahlaştırmamalıyız. Bu, hayat algısının dengesidir ve insanı dünyada dik tutar. Bu algı ve anlayış yıkılırsa, aslında orada insan yıkılır ve insanlık kurban edilir. Ardından mutsuzluklar sökün eder ve yeryüzünü kaplar; insan, “duvara yaslanmış kalas” gibi düşünemez olur ve birbirinin üzerine düşer. Bugün insanlar birbirlerinin üzerlerine düşmemişler midir?
“İnce sözler, keskin çelik kılıca benzer, kalkanın yoksa geri dur.” der, Mevlâna. Halkın çoğunluğu geçim derdinde, zevk ve sefasında. İnce sözden, derin anlamdan, kibar davranıştan, merhamet denilen o büyüleyici kavramdan anlayanlar ne kadar az çevremizde. “Bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya” hayatının ardına düşenler, ebedi yıkım ve hüsranla karşılaştıklarında, kahrolacaklarından hiç, ama hiç haberleri yoktur.
Mevlâna yine söyler:
“ Gönlümde, perileri bile kıskandıran bir güzeller güzeli varken, bu dünyada benim gibi neşeli ve mutlu kim vardır? Allah’a andolsun ki, ben gam denen bir şey varmış diye işitiyorum, fakat onun ne olduğunu bilmiyorum.” ( Divan-ı Kebir )
İnsanın fıtratı sonsuza açılırsa, abı hayat yatağını bulur ve akar gider. Bu akış mutluluk doğurur; gam, kasvet, elem, sıkıntı, yeis, ümitsizlik gibi insanın iç dünyasını sarsan olumsuz duygular dağılır, onların yerine ümit, neşe, şevk, azim ve mutluluk gibi olumlu duygular insanın içini kaplar.
Müslümanı anlamaya çalışırsak, onu şu şekilde değerlendirebiliriz:
Müslüman, hiçbir şart ve kayıt altında kaybı olmayan insanın adıdır. Ölümle birlikte, bir balon gibi şişik duran dünya patlayacak ve “hiç” olduğu ortaya çıkacaktır. Bunun böyle olduğunu yaşarken sezen Müslüman’ın dünya hayatında kaybı niçin olsun? Bu “hiç”in içinde sonsuz mutluluğu devşirebilenler, işte kahramanlar onlardır.
Gönülden gelmeyen, akıl testinden geçmeyen sözler içimizi vurur. Çarşıda, pazarda; sokakta, caddede fıtratımızı sarsacak söz ve davranışlar yağmur gibi yağıyor ve bizler şemsiyesiz meydanlara çıkıyorsak, günah sağanağına tutulmamak mümkün müdür? O şemsiye senin Din’indir mirim.
Sabah Rabbine secde edip sokağa çıkan insanları melekler selamlamaz mı? Secde eden kalbi melekler öper. Meleklerin öptüğü kalp, mutluluk deryasında yüzer durur. İslâm’sız dünya da zindandır, bir bilsen!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci