“ Kaçırdığınız fırsatlara üzülmeyiniz.” ( Kur’an-ı Kerim )
Hayatta elde ettiğimiz şeyler, elde edecek olduğumuz şeyler olduğu için elde etmişiz. Hemen itiraz etmeyin, evrende dünyanın yeri bir nokta kadar bile değil, dünyanın dışındaki nimetlere ulaşamıyoruz, onlar kaybımız mı olacaktır?
Denize yüzmeye giden biri, yol kıyısındaki su birikintisinde yüzmese de olur. Özel bir davete, özel bir davetli olarak giderken, doğrusu üçüncü sınıf bir lokantada yemek yemek akıl işi midir? İleride doyurucu azıklar varken, yollarda kandırıcı yemeklerle mideyi ifsada uğratmak ne kadar doğrudur?
Hiçbir sonuç seni sarsmıyorsa, yıkmıyorsa ( biraz üzebilir ), sen hakikat yoluna binmişsin demektir; çünkü hakikat yoluna dünyevi endişe taşıyanlar binemezler.
Öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki amaç, dünyayı ele geçirmektir. Böyle olunca da elbette bir sürü fırsat kaçacak ve bunun sonucu olarak üzüntü içimizden hiç çıkmayacak, ruhumuzu lime lime edecektir. Zaten kalbimizin en önemli müşterisi, endişedir. Endişe, çoğu zaman dünyevi oluşumlarla beslenir. Dünyevi kayıplar endişeyi ateşler ve ardından bunalımlar, yıkımlar meydana gelir. Bu yıkımları geçici olarak durdurabilmek için insanlar içkiye sığınırlar. İçki, kaçırılan fırsatların boğucu etkisinden geçici bir süre kurtulabilmek için başvurulan bir sığınaktır. Ne var ki, susayan birinin deniz suyu içmesine benzer; içtikçe susar, susadıkça içer ve sonunda olan olur.
Stres, kaderle kavgalaşanların yenilgileri sonucunda meydana gelen ruhi yorgunluğun adıdır. Bundan uzak durmanın yolu kadere rıza ve ibadetlerdir. En büyük yanılgı ve yenilgi, olmadık şeylere “olur” gibi inanmaktır. İşte bu inanç, insanın içinde bir boşluk oluşturur ve bu boşluk anaforu, insanı gayya kuyusuna düşürür. Bunun adıdır stres!
Müminin en önemli özelliği gabya iman etmesidir. Dünyada bundan daha büyük nimet yoktur desek yeridir.
Bir örneklendirme yapalım: İyi tahkim edilmiş, kocaman bir duvarın önünü düşünelim. Duvarın önünde buz parçaları var ve bunlar duvarı aşmak istiyor. Ne var ki buzlar, duvarın önüne gelip yığılıyor. Duvarı ben aşacağım, sen aşacaksın diyerek kendi aralarında kavgaya tutuşuyorlar. Birbirlerinin başını gözünü kırıyor, ama duvarı da aşmaları mümkün olmuyor. Bu sefer kendi hikâyelerine dönüyor, kayıplarını, kârlarını konuşuyorlar. Artık bütün sözleri, duvar önünün kâr zarar hesabı üzerine bina edilmiştir.
Duvar önündeki bir kısım buzlar da daha önceden almış oldukları haber uyarınca bir köşeye çekilerek beklemeye başlar. Bunlar buzların kavgasına karışmaz, baharı bekler. Kavgacı buzlar bunlarla alay eder: “ Korkak, fırsatçı, pısırık, geride kalanlar…” diyerek baharı bekleyen buzlara hakaret eder. Aslında duvarın önündeki buzlar da duvarı aşmak için çaba sarf etmiş, ama başarısızlık ve metodu bilememek, onları amaçlarından saptırmış ve kavga buzu olmaktan kurtulamamış.
Zaman ilerlemiş ve bahar gelmiş. Baharı bekleyen buzlar, duvarın önünde olmadıkları için, duvarın üstünü kapatan örtüden etkilenmemiş ve direkt olarak güneşle yüz yüze gelerek buharlaşmış. Buharlaşınca da çok büyük bir kolaylıkla duvarı aşarak gökyüzüne doğru tırmanışa geçmiş; yani geldikleri vatana salimen dönmeye başlamış. Duvarın önündeki, üzerleri kalın örtülerle örtülü buzlar da bahara dayanamayarak erimeye başlamış, ne var ki onlar su olmaktan öteye geçememiş ve toprağın derinliklerindeki mağmaya ( ateş tabakası ) doğru yol almaya başlamış.
Duvarın önü dünyadır. Duvar eceldir. Buzlar insanlardır. Üzerleri örtülü ve duvarın önünde kavga eden buzlar, dünyevileşenlerdir. Baharı bekleyen buzlar, Kur’an haberlerini önemseyenlerdir. Güneş, hakikattir. Gökyüzü, kurtuluşun sonsuz açılımıdır. Yeryüzü ise ebedi kaybın mekânıdır.
Şimdi başa dönelim ve soralım: Duvarın önünde kavgaya tutuşarak ve toprağa bulanarak dünyaya sahip olduğunu, fırsatı kaçırmadığını söyleyen buzlar mı kârlıdır, yoksa kendi iç dünyasında, sessizce hakikatin muhkem haberine inanarak ve sabırla, endişelere ve dünyevi yapılanmalara aldanmayarak baharın diriltici soluğunu bekleyerek fırsatı değerlendirenler mi daha kârlıdır?
Kalabalıkların ayağı çoğu zaman dostun başını ezmiştir. Dost, düştüğün zaman, başın göğsüne doğru eğilince, kalbinin içinde seni orda bekleyendir. Kalbinde seni bekleyen Rabbin değilse, sen ne kadar yalnızsın a kardeşim!
“ Kaçırdığınız fırsatlara üzülmeyiniz.” Bunu sana Allah ( CC ) diyor. Sen hâlâ“ keşke”lerle ömür tüketiyor ve yoruluyorsun. Biliyor musun, müminin ruh sözlüğünde “ keşke” sözcüğüne rastlanmaz. Zaten ne çektiysek, sözlüklerimize, dünyevilerin nefs örsünde döverek piyasaya sürdükleri ne idüğü belirsiz, metafiziksel endişeden uzak kelimeleri mahrem dünyamıza alarak düşünmeye başlamamızdan ötürü çekmedik mi? Ruh örsümüzde dövüldükten sonra, gönül dünyamızı aydınlatan kelimelerimizle düşünerek tekrar bir dünya kurana kadar, ne yazık ki, esaretimiz devam edecektir. Yani kendi medeniyetlerini bütün boyutlarıyla kuramayan müslümanlar, dünyaları altın olsa da kafesten kurtulamayacaklardır.
Şu an senin için en önemli fırsat, hayatındır. Hayatını imanla diri kılmış ve ameli salihle süslemişsen, bu endişen niyedir? Bütün dünyevi kayıplarını topla, onlar, Rabbimin rahmetinden ve Cemal’inden daha mı büyük ve kuşatıcı? Öyleyse, bir mümine yaraşanı yapmak senin görevindir.
Fırsatı kaçırdım deme, iman gibi bir fırsatı sana bağışladığı için Rabbine secde et.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci