Birkaç yıl önce bir televizyon kanalının canlı yayınında edebiyatı, şiiri konuşuyoruz.
Canlı yayına bağlanan bir kadın sesi ve sorusu bana geliyor:
“Hocam, neden dünyada ve Türkiye’de kadından büyük şair yok?” demez mi?
Doğru; kadınlardan elbette yazarlar, şairler var, ama kadınlardan gerçekten “büyük şair” yok!
Biraz sıkıldım, sağa sola dönüp durdum cevap vermek için, ama uzun konuşmak da istemedim. Şunları söyledim:
“ Evet, kadından büyük şair yok! Nasıl olsun ki? Kadının kendisi şiir! Şiir, şair olabilir mi? Nasıl şiir yazsın, kime şiir yazsın? Şiir duygunun çocuğudur, genellikle. Kadın duygulandıran, erkekse duygulanandır. Güzellik sultanıdır kadın; erkekse bu güzelliğe hayran olandır. Bütün Mecnunlar Leyla’nın ardına düşmemişler mi? Oysa Mecnun’un ardına düşen Leyla yok. Mecnun, Leyla’sını kendi içinde taşıdığından hep aşk sarhoşudur.”
Hoşa gitme arzusu kadının zekâsını kamçılar. Bu durumda akıl bir denge unsuru olarak ortaya çıkmamışsa kadın, bireysel dengesini bozduğu gibi, sosyal dengeleri de alt üst edebilir.
Şöhretle kadının kaderi arasında sanki bir tezat/çelişki vardır. Şeker gibi orta yere konulunca sinekler üzerine uçar, fakat çaya atılınca görünmez de tat verir. Evet, kadın; çayın içindeki tat gibi olmalı, fakat meydanda gözükmemelidir. Hayata tat katan kadındır, onu konumunun dışında düşünmek, hayatı bir biçimde ıskalamaktır.
Şöhret basamaklarını hızla tırmanan güzel ve yetenekli kadın (ki, onun bu güzelliği ve yeteneği, dengede tutmasını beceremiyorsa, en büyük düşmanıdır; zamanla onu görür.) kendine odaklanır. Bu odaklanma bir biçimde kaçınılmazdır. Narsist (kendine tapınma) duygular onun içini gıdıklar; çünkü etrafındaki pervanelerden başı döner. Oysa ışığı gidince hiçbir pervane etrafında dolanmayacak, sinekler üzerine üşüşecektir.
Kendine odaklanma, aslında bir intihar koridorudur. Hayatta her şey size gidiyorsa, bir gün yollar çatallaşabilir ve ipler kopar. Umarsızca özgür ve kendine yeten birey olma duygusu insanı kuşatınca, ardından bozguna uğrama ve endişe, depresyon olarak ortaya çıkar. Aynaya bakmaktan bile endişe edersiniz. Bu, siz misiniz? İç ve dış çelişkisi insanı delirtebilir ve bu duygularınızı da kimseyle paylaşamayınca, unutmak adına içki ve uyuşturucuya teslim olursunuz!
Adı meşhur, hayatı karanlık olan bir kadının kapalı hayatı kadar iç gıdıklayan bir magazin haberi olabilir mi? Gizemlerini kendi içlerinde taşıyan kadınlar peşlerinden insanları hep koşturmuşlardır; ancak bir gün hayat yorgunluğu onları çatlatır. Bu durumda onlara el uzatacak kimse bulunmaz; çünkü eskimişler ve sıkılmış limon gibi bir kenara atılmışlardır.
Ben, köylü Ahmet Ağa’nın, eşi Zeynep Hanım ölünce, onun başucunda yaktığı ağıtlarda tanıdım kadını:
“ Zeynep’im, senden sonra hayat mı olur? Hayatıma tat katan sendin. Acılarla yaşayamam ki bundan sonra ben. Zeynep’im, göz göze gelince sanki dünya cennetinin semalarında kanat çırpardım, kanatlarım kırıldı Zeynep; sürünmek düştü bana... Hayat aynam sendin, aynalarıma ışık düşmüyor, kendimi görmekte zorlanıyorum. Zeynep, sen gidince güneş de battı benim için. Cennette buluşuruz Zeynep’im!”
Yalnızlık, dünyanın en son modası oluverdi. İşte sevgi açlığı buna denir. Sevmek, sadece duyguların yoğunlaşması değil, ruhun kanatlanmasıdır, aynı zamanda. Ruhuyla tanış olamayanların sevmekten ve hele hele “kadın hakları”ndan söz etmeleri yok mu, aklı karıncalandırıyor!