Karadeniz dalgalanınca, Karadeniz uşağının kalp atışları hızlanır; sevdaları depreşir çünkü. Her dalgada bir haber yüklüdür ve geçmişin izleri vardır.
Çocukluğumu hatırlıyorum, daha ortaokul sıralarına korkarak ve heyecanla oturuşumuzu. Güneş aynı doğuyor, yağmur yoğunluğunu kaybetmiyordu, ama zamane algısı, yaşam tarzı ne kadar farklıydı. Fakirliğin ve imkânsızlığın saltanatı bütün haşmetiyle devam ediyordu.
Köyümün kasabaya uzaklığı dokuz kilometreydi. Yaya iki saatte gidiliyordu kasabaya. Yol mu, ne gezer? Şimdi aynı saatte ülkemin gidilemeyen yeri yok. İlkokulu bitirince gurbet başlamıştı. Rahmetli babam bir oda tutmuştu bana, yanımda da bir arkadaşım vardı. Birden bire ana babadan, aileden ayrılmıştık. Akşamları kasvet çöker odamıza ve ağlardık. Elektrik ışığını da ilk defa görüyorduk. Beş numara gaz lambasıyla bitirmiştik ilkokulu.
Sabahleyin kalktığımızda kahvaltı problem oluyordu. Çay diyeceksiniz, nerede ateş? Gazocağımız vardı, ama ona da gaz alamıyorduk. Yarım ekmeğin içine peynir koyar ve kuru kuru yerdik onu. Ona da şükür, bazı arkadaşlarımızın okula aç gelip baygınlık geçirdiklerini bilirim, çünkü günlerce bir şey inmezdi midelerine. Şimdi o arkadaşlarımızın hepsi, ülkenin önemli mevkilerinde bulunuyor.
Cumartesi günü olunca dünyalar bizim olurdu; çünkü o gün öğleye kadar okulda eğitim ve öğretim olur, öğleden sonra ise hafta sonu tatili başlardı. Çantamızı hazırlar, köyün yolunu tutardık. İki saatlik yol bize hiç ağır gelmezdi, çünkü alternatifimiz yoktu ve de anne ve babamızın yanına gidiyorduk. Okul şapkalarımızı da itina ile kafamıza geçirir, ütüsüz elbiselerimize kravatımızı takar ve fiyakalı bir biçimde köyün yolunu tutardık.
Beni okumaya iten sebeplerin başında, ilkokulda okurken, cumartesi okulunu kırıp, köy okulumuza kravatlı ve kasketli gelerek bize sükse yapan köyümün çocuklarıdır. Onlar gibi olmayı çok isterdik. Hele ortaokula kaydolmak demek, aynı zamanda sinemaya da gitmek demek olduğundan, ilkokulun bitmesini iple çekerdik. Haftada iki film oynardı ve biz geceleyin öğretmenlerimizin korkusunu da duyarak sinemaya gitmeyi bir kahramanlık bilir ve ertesi gün sinemaya gitmeyen arkadaşlarımıza ballandıra ballandıra filmi anlatmak bizim için vazgeçilmez zevk olurdu.
Bir sabah okula gitmeyerek oda arkadaşımla evde kâğıt oynuyorduk. İlçemizin de haftasıydı o gün, ama onu unutmuştuk. Tam oyuna kızışmıştık ki, kapı vurularak dışarıdan, bir koz daha ver! sesini duyduk. Babamın sesiydi bu. Korku, daha çok utanma ve bir sürü duygu içime dolmuştu. Şimdi ne yapacaktık? Sözün bittiği yerdeydik. Oda arkadaşıma kapıyı açmasını söylerken ben, yorganın altına kafamı geçirmiştim; fakat belden aşağı vücudum dışarıda bir devekuşu gibi kala kalmıştım. Babam odaya girmişti ve ben onun dayağını sırtımda bekliyordum; bunun için de her türlü psikolojik hazırlığımı yapmıştım.
Babam beni o güne kadar hiç dövmemiş ve onurumu incitecek bir söz de söylememişti; ama ben babamın hiç hoşuna gitmeyecek bir davranış içindeydim, kâğıt oynuyordum. Ailemde hiç olmamış olan bir şey yapıyordum, bunu af edebilir miydi? Sırtıma inecek dayağı beklerken, bir yandan da planlar kuruyordum: Okulu bırakacak ve İstanbula gidip yakınlarımın yanında pastacı olacaktım. Hele bir dayak yiyeyim, mazeretim oluşacaktı.
Ama bir türlü dayak sırtımda paralanmıyordu.
On beş, yirmi dakika sessizce bekledik. Benim başım hâla yorganın altında. Birden kapı açılıp kapandı. Oda arkadaşım babamın gittiğini söyledi. Terden sırılsıklam olmuş başımı yorgandan çıkardım, evet, odada babam yoktu. Okula kaydımı almaya mı gitmişti? Yoksa tekrar gelip de beni köye çıkarma planı mı yapıyordu? Hiçbir tepki vermeden gidişi başlı başına benim için bir problem olmuştu.
Ertesi gün okula gittim. Okulda bir durum yoktu. Hafta sonu köye çıktım, herhalde hesabımı köyde kesecekti, köyde de her şey yerli yerindeydi. Galiba annem cezamı verecekti, ama annemin boynuma sarılışı bunu hiç göstermiyordu. Aman Allahım, neler oluyordu böyle, her şey yerli yerindeydi! Düzenin insanı rahatsız ettiğini ben ilk defa orda gördüm. Babam, benim durumumu annem dahil, hiç kimseye söylememişti. Köyde de asla odamda yaşadıklarımı çağrıştıracak bir tutum ve davranışın içine girmemişti. Babam melek miydi? Evet, melek gibi babam vardı. Yıllar sonra o olayı ona hatırlattığım zaman bana şöyle demişti: Oğlum, seni benden daha çok seven hiç kimse yok şu yeryüzünde. Bağırıp çağırsam, seni el aleme şikâyet etsem, kendimi tatmin etmiş olacaktım, ama seni incitecek ve benden uzaklaştıracaktım; buna da gönlüm razı olmadı. Rabbime yalvardım, oğlumun ayağını kaydırma diye.
Okuma azmimi hiçbir şey, babamın o davranışı kadar olumlu yönde etkilememişti. Ondan sonra canla başla okuyarak hayata atıldım.
Karadeniz dalgalanınca benim hatıralarım depreşir ve bu olayı hep hatırlarım. Bütün imkânsızlıklara, sıkıntı ve yokluğa rağmen o günleri anıyor ve hatta özlüyorum. İki kişinin bir simiti paylaştığımız o yokluk günlerinin tadı, birbirimizi karşılıksız seven arkadaş ve dostlara sahip oluşumuzdu. Evet, köylüydük, ama kalbimizde yalıtılmamış sevgiler vardı. Hastalandığımız zaman, dokuz kilometre yolu yaya olarak bizi sırtında taşıyan komşu ve akrabalarımız vardı.
Vatan birkaç dosttan ibaret değil midir?