Aklıma nerden geldi bilmiyorum, şahsımda, kendi kuşağımın serüvenine kuşbakışı bir göz atmak istedim.
Yetmişli yılların başında lise sıralarındaydık. Küçük bir kasabada, hiçbir teknolojik buluşla tanışamamış köy çocuklarıydık.
Televizyon mu? Pazar’ın gündüz elektriği yoktu yahu!
Ben, orta bire başladığım 1966 yılında elektriği, Pazar’da tuttuğumuz küçücük odamda, akşam ezanı okunduktan sonra, korka korka çevirdiğim elektrik düğmesinin “şrak” sesinden sonra gördüm!
Pazar ve birçok yer (Türkiye’de 1948 yılında sekiz ilde elektrik yoktur) mazot santralleriyle gece ışıklandırılıyordu.
Pazar’ın Çarşıbaşı mevkiinde bu küçücük, mazotla çalışan elektrik santrali halen vardır ve burası müze yapılmalıdır.
Benim asıl anlatmak istediğim mekân değil, ama mekân-insan ilişkisini de göz ardı etmemek gerek.
Parasızdık. Zaten alacak bir şey de yoktu ya. İlkokuldan sonra ailelerimizden kopmuştuk, çünkü köylerimize giden yol yoktu ve bizler daha o küçücük yaşlarımızda ana babamızdan uzaktık. Her türlü suça açıktık; bizi eğitecek kimse de yoktu.
Okul mu? Öğretmenlerimiz çok sertti, belki de zamanın disiplin anlayışı buydu. Şefkate muhtaçtık, o da pek yoktu. Ailesinden sevgi desteği alamayan birçok arkadaşımın kötülüklere nasıl bulaştığını gördüm.
Okulda almış olduğumuz bilgi, tamamen materyalist bir yapıdaydı. Kocaman bir kitle manevi yapıdan uzak tutuluyordu. Mesela benim, namaz kılan öğretmenim hiç olmadı. Babam namaz kılıyordu. Babamla öğretmenlerimin arasında bir tercih yapmak zorundaydım. Zorlandım. Fakat babamın sevgisi, tercihimi ondan yana yapmak zorunda bıraktı beni.
Köylerden kopup kasabanın benzin kokan atmosferine geldiğimiz zaman (Bir bilseniz, benzin kokusu, benim için şehir kokusudur ve bunun karşılığı bende çok derindir), sudan çıkmış balıktan beterdik. Bize sunulan bataklıklara bile razıydık.
Öğretmenlerimin hemen hepsi “sosyalist”ti. Bilmezdik o zaman bunun ne anlama geldiğini. Akşam öğrenci odalarında tokuşturulan kadehlerle fakirlik edebiyatı yapılır, türküler söylenir ve Rusya’dan “eşitlik” örnekleri anlatılırdı.
Lise birde iken, bir koltuğumun altında Nazım Hikmet’i anlatan yasak bir kitapla camiden içeri korkarak girdiğimi çok iyi hatırlıyorum. Nazım’la camide ne işim vardı? Gerçi Nazım’a hiçbir zaman düşman olmadım, hatta kısmen onu temize çıkaran bir yazı da yazdım bu sütunda.
Nazım, öğretmenlerimi ve arkadaş çevremi temsil ediyordu, cami ise, babamı ve ailemi temsil ediyordu. Ne var ki Nazım ile camiyi hiç barıştıramadım içimde.
Babamın sevgisinin ağır basması sonucu, onu mutlu edecek araştırmalara girdim ve sürekli okumaya başladım, ne bulduysam okuyordum. (Sanki okunacak kitap var mıydı ki?) Bir gün bir gazete kupüründe bir şiire rastladım. Edebiyatı da çok sevdiğim için bu şiir çok hoşuma gitmişti. Şöyle diyordu:
“Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur
Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince
Aynalar yüzümü tanımaz olur.”
Edebiyat öğretmenime koştum, bu şair kim diye. Bana “gerici-yobazın teki” diye cevap verince zihnim bulutlandı. Bu bulutu dağıtmak için ben neler çektim, neler!
Ve artık babam ağır basmaya, yani geleneğim öne çıkmaya başlamıştı.
Kasabadan vilayete (Rize) gelmiştim ve ufkum biraz daha genişlemişti.
Kaldığım evde bir akşam bir Kur’an sesi duydum, kulak verdim, üst kattan geliyordu; ama orada öğrenciler kalıyordu. Başka akşamlar da bu sesi duymaya başlayınca bir gün üst kattaki arkadaşların yanına çıktım. Oturup biraz kaynaştıktan sonra, onlara akşamları Kur’an okuyup okumadıklarını sordum. Hiç çekinmeden okuduklarını, bunun zaten dersleri olduğunu söylediler. Ben küçük dilimi yutacaktım, Kur’an dersi olur muydu?
İmam- Hatip’te okuduklarını söylediler. İnanın, ben o zamana kadar bu okulu duyduğumu hatırlamıyorum. Onlar da benim öğretmen okulunda okuduğumu anlayınca, Kur’an’a karşı ilgimi pek anlayamadılar, yani bunu biraz garipsediler.
Şimdi yukarıda adı geçen şiirin şairine geliyorum, bu şairin Necip Fazıl Kısakürek olduğunu, o arkadaşların evlerinde bulunan “ Şiirlerim” isimli, Üstad’ın eserinden öğrendim.
Artık okumak benim için hayat demekti, bütün paralarımı kitap ve dergiye yatırıyordum.
Marks’ın “Kapital” adlı dokuz ciltlik eserini okuyan pek bulunmaz, çünkü sıkıcıdır, üç cildini okudum. Şimdi isimlerini saymayayım, solun kitap ve dergilerini, onları tanımak adına, habire okuyordum. Şu an bile köydeki evimin çatısında onlarca çuvalda bu mevkuteler vardır, annem ara sıra sobayı onlarla tutuştursa da.
Necip Fazıl ufkumuzu açtı, bize Üstad oldu. Ardından Seyyid Kutub’lar, Mevdudi’ler, Hasan-el Benna’lar, Said Havva’lar, Ali Şeriati’ler… Sökün etti. İbn Arabi’ler, Mevlana’lar, Yunus’lar Said Nursi’ler bu kervandaki malzemelerimi yoğurdu.
İslam’ın her yüzü ile tanışıyorduk. Sağ ve sol çatışırken biz, kitap dünyasında ruh terleri döküyorduk.
Batı çıktı karşımıza. Dosto, Tolstoy, Hugo… Sartre, Camus, Bergson; klasik ve modern filozoflar… Rabbim nasip etti, Batı’yı uzun zaman kendi içinden de gördüm: Hiç şaşırmadım, koyduğum yerdeydi!
Bütün dünyadaki fikir hareketleri bizi ilgilendiriyordu ve onlara elimizden geldiğince ulaşmaya çalışıyorduk. Maddi kazançlarımızı da bu uğurda harcıyorduk.
Bütün bunları ben yalnız başıma yaşamadım, elbet. Uzunca bir kitabın konusu olabilecek bu serencamı, kendi neslimle birlikte yaşadım.
Bu nesil bugün Türkiye’yi yönetiyor ve ülkenin hemen her yerinde aktif görev yapıyor.
İyi ve kötüden ziyade, sabırla ve ısrarla bir şeyin arkasından gittiğiniz zaman, geleceğin yüzünüze güldüğünü görmek içindi, yazdıklarım. Sabır ve ısrar yetmiyor, bilinçli bir şekilde okumadan hareket ettiğinizde, yarı yolda, kendi arkadaşlarınızla da birbirinize düşebileceğinizi vurgulamak istedim.
İnsan, Allah’a kulluktan daha yüce bir makam bulamayacaktır.