Bizim hikâyemiz henüz yazılmadı; ne zaman yazılırsa, o zaman iktidar oluruz.
Romanlarda, hikâyelerde yazılanlarda biz yokuz, orda bizim sesimiz ve nefesimiz çıkmıyor. Neden mi? Roman ve hikâye yazanların bize düşmanlığından değil, biz hayatı yaşamadığımızdan.
Göçebe toplumun medeniyeti olmaz; zihin göçebeliğiyle malul olan bizler, hangi yaşam biçimini toprağa kazıyıp, medeniyet diye insanlığa sunacaktık? Şu yaşadıklarımızı mı?
Rus yazar Dostoyevski, “ Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık.” diyor. Böyle olunca, Batılıların, 18. yüzyıla kadar kabul etmediği Ruslar, 18.yüzyıldan sonra, Batı’nın keşfedilmesi gereken milleti oldular. Çünkü Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin…Rus hikâyesini yazdılar. Onlar Rus hikâyesini yazdıktan sonra, Ruslar, ülkelerinde iktidar oldular. Siz buna “ Komünizm” deyip burun kıvırabilirsiniz, ama yetmiş yıl, yirmi milyon kilometre kare toprağa hükmederek, dünya dengesinin yarısını oluşturdular. Ruslar bugün de büyük devlet olarak ayakta duruyorlar.
Rus yazarlar, Gogol’un paltosundan çıkarak bir uygarlık kurdular da biz niçin bir medeniyet oluşturmada sıkıntı çekiyoruz?
Ne zaman bizim yazarlarımız Mevlâna’nın, Ahmet Yesevi’nin, Yunus’un; Gazali’nin İbn Arabî’nin, İmam Rabbani’nin… dergâhından su içer, Baki’nin eteğine tutunur, Nabi’yi solur, Fuzuli’yi meşk eder işte o zaman yeryüzüne bir kimlikle çıkmayı hak ederiz. Bu kimlikle hikâyeler, romanlar yazılır ve arkasından iktidar sökün eder; geçmişte olduğu gibi.
Hiçbiri, ama hiçbiri bu milletin romanını, hikâyesini, şiirini yazmadı, yazamazdı; çünkü milletin yaşadığı bir hayat yoktu veya yok sayılmıştı. Ne Reşat Nuri’si, ne Yakup Kadri’si; ne Orhan Veli’si, ne Cahit Sıtkı’sı, ne Sait Faik’i; ne de günümüzde boy gösteren anlı şanlı yazarların hiçbirinin eserinde, 10. yüzyılda Müslüman olmuş ve 9-10 yüzyıl İslam’ı hayat olarak benimsemiş bu milletin izini bulamazsınız. Bana “klasik” denilen romanlarda adam gibi namaz kılan bir kahraman gösterebilir misiniz? Kaldı ki, bizim kutsallarımızla hep dalga geçilerek bugünlere gelinmiştir. Bunun böyle olduğunu sadece bu eserleri okuyarak bilmiyoruz, bu eserleri okuyan nesillerin tutum ve davranışlarına bakarak da anlıyoruz. “Gez”in gezebildiğiniz kadar!
Dostoyevski’nin ve Tolstoy’un eserlerinde Rus halkının yaşam biçimi, inançlarıyla, ekonomisiyle, kültürüyle…verilmiştir ve bu eserler ısmarlama değildir. Bir toplum destansı bir hayat yaşamadıkça büyük ustalara ve şaheserlere sahip olamaz. Ismarlama ve ideolojik eserlerle de uzun medeniyet koşusu yapılamaz.
Son dönemlerde yaşanan hayatın merdivenleri medeniyet yurduna çıkmadığından gerçekçi eserler de ortaya çıkmazdı elbet. Bunun böyle olduğunu anlamak için Yakup Kadri’nin “Ankara” adlı romanını okumanız yeterlidir. Yetersiz ve kişiliksiz tipler, riyakâr ilişkiler, ruhu yalama yapmış cesetler!
İktidar demek, hayatı kendi tarihi kök, inanç ve ideallerine ve hatta evrensel kurallara göre kurabilme gücü demektir. En büyük esaret, yönettiğiniz ülkenin saraylarında bir medeniyet rüyası görememektir. Bu rüyayı gördüğünüzde ne olur? Bütün akbabalar üzerinize çullanır. Bugün yaşanan işte budur.
Mevlâna ne güzel diyor: “ Kendinde olmayış, sana kendiliğinden gelmedi. Onu sen çağırdın.”
“ Yağma zamanı halkın uykusu kaçar. Hırkamı çalarlar, diye kimse uyumaz. Hırkayı çaldırma korkusu ile insanın uykusu kaçarsa, ya can korkusu varken, unutkanlık uykusu gelebilir mi?”
Bir toplum kendini unutursa, onun medeniyeti çalınır. Ondan sonra da dünyanın hiçbir kitabında adı geçmez. Siz iktidar olsanız da kendi adınızla ve kendi kimliğinizle olamazsınız. Medeniyetler ayrıntıyla kurulur, sizin hayatınızdaysa hep yuvarlak, beylik, resmi söz ve davranışlar öne çıkar, hayatınızın, sizi mutlu eden ayrıntılarını kimseyle paylaşamazsınız. Paylaşılamayan mutluluklar çoğalamaz ve medeniyet havzalarını tutamaz.
Bir insanın evi ile meydan arasında fikirsel bir çelişki varsa ve o insan herhangi bir baskıdan dolayı meydandan yana tercihini kullanıyorsa, o, ebediyyen tutsaktır ve meydanda da kimliksiz dolaşmaktadır. Kimliksizin hikâyesi olur mu?
Bir çoban padişahlık rüyası görse ve rüyası da gerçekleşse, onun gelecek olduğu yer padişahlık değil, baş çobanlıktır. Edebiyatıyla, sanatıyla, kültürüyle zihinlere kazınmamış bir toplum, uluslar arası toplumlar içinde kimlik ibraz edemeyeceğinden, kimse onu kaale almayacaktır. Uluslar arası arenada dikkate alınmayan toplumların hikâyesi de olmayacaktır. Olsa bile okunmaya değer bulunmayacaktır.
Bir yem tanesi kuşu yiyemez. Kuşumuzu kaybettiğimiz günden beri, yem taneleri bütün bahçelerimizi işgal etti. Ondandır ki, yüzyıllık bahçemizde laleler, güller yetişmiyor. Ve bizi de kandırıyorlar, “ Yem taneleri kuşunuzu yedi.” diye.
Bu kuş Anka kuşudur ve özgür olmadan bahçesine dönmez. Onun özgürlüğü, senin iktidar olmana bağlı. İktidar olman ise, hikâyenin yazılmasıyla mümkündür ancak. Hikâyenin yazılmasını istiyorsan, hayatı, tanıyarak ve isteyerek yaşa! Sonsuzluğa penceresi olmayan hayatın medeniyeti mi olur? Metafizik endişe olmadan sanat mı olur?
D.Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci