“Yeter ey Kâbemizi elimizden alanlar!
Alıkoyamaz bizi, yolumuzdan yalanlar.”
Yukarıdaki dörtlük, 1921 yılında açılan “İstiklâl Marşı Yazma Yarışması”na katılan 724 şiirden, finale kalan ilk altı şiirin biridir ve dokuz dörtlüktür. Yazarını merak etmişsiniz; hemen söyleyelim, Kemalettin Kâmi (Kamu).
Aynı kişi, Rize’den atanmış milletvekilidir, fakat Rize’yi hiç görmemiştir!
Aynı adam, üç-dört yıl sonra şöyle yazacaktır:
“Ne örümcek, ne yosun,
Ne mucize, ne füsun (büyü)
Kâbe Arap’ın olsun,
Çankaya bize yeter.”
Bu adamaların yanında Mehmet Akif’ten söz etmek, yokluğun yanında varlıktan söz etmekten öte bir şeydir...
İmam Gazali’nin insan tiplemeleri vardır; üç tip insan vardır, der:
Mikrop gibi olanlar, bunlardan uzak durmalıdır; çünkü öldürücüdür.
İlâç gibi olanlar, bunları zamanında ve yeterince kullanmalıdır; çünkü azı da çoğu da zarar.
Gıda gibi olanlar, bunları da günde üç öğün almalıdır…
Bir zamanlar bir yerde şöyle bir dua okumuştum:
“Ya Rabbi, bazı insanları bana yakından tanıma fırsatı verme!”
Ne kadar haklıydı bunu söyleyen...
Ama Âkif öyle değildi; O, O’nu tanıdıkça sevilen ve saygı duyulan bir insandı.
O, çakma aydınlardan değil, sahici bir münevverdi; nuru kendi içinde taşıyandı.
27 Aralık 1936 Pazar günü, 19.45’te dünyamızdan ayrıldı Âkif. Ölümü üzerinden tam 73 yıl geçti. 1986 yılına kadar resmen hiç anılmadı.
Ölümünde, resmi hiçbir kişi cenazesinde yoktu. Hatta cenazesine katılanlara soruşturma bile açıldı.
Mithat Cemal Kuntay şunları yazıyor:
“Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. “Bir fıkara cenazesi olmalı” dedim. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta ( Bana göre bu kişi Türk milletinin kendisidir), elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Yine o anda yüzlerce genç üniversiteli peyda oldu. Üniversite’nin büyük sancağına tabutu sardılar. Alsancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençliğinin bir ürperme manzarası alan elleri üstünde gidiyordu.”
Âkif’in Mısır’a gidişi de hazindir. 1925 yılından, 1936 yılının Haziran ayına kadar, yaklaşık on iki yıl, adeta “gönüllü sürgün” olarak bin bir zorlukla hayatını geçirmiştir.
Milletvekilliği yapmasına rağmen ona maaş bağlanmamıştır.
“İstiklâl Marşı”nı yazan şaire, ölümünde bayrak bile çok görülünce, Akif’in o dönemde yaşadığı ızdırabı biraz anlar gibi oluyoruz.
Peşine polis takıldı. “Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar?” diye dert yandı yakın arkadaşlarına.
Hasan Basri Çantay, Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde devrin ünlü şairlerinden birinin, “Maalesef Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından şiir yazılamadı. Çanakkale Destanı’nı yazan maalesef Türk değildir. (Akif Arnavut’tur ve şöyle der: “ Arnavutluk ne demek? Var mı Şeriat’ta yeri / Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.” Parantez içindekileri ben ekledim. D.A.T ) Çaresiz, Türk olmayan birinin şiirini okuyacağız.” dediğini kaydeder.
Âkif bunu duyunca çocuk gibi ağlamıştır.
Bu sırada başka bir yazar da CHP’nin resmi yayın organında bir başmakale yazıp Âkif’e, “Hadi git artık, sen kumda oyna!” demesi bardağı taşıran son damla olur ve şairimiz mahzun bir şekilde vatanını terk eder.
Âkif’i yazmak zorun zoru bir iş. Tek cümleyle, adam gibi adamdı! İnandığı doğrular uğruna her türlü zorluğa katlandı. Özü gür, imanı gür, irfanı gür bir adamdı. Âkif’i susturmak mümkün değildi; çünkü onun özü, sonsuzluğu terennüm ediyordu.
Yarınlar, Âkif’in özlediği dünyanın açılımı olacaktır; çünkü bu, doğa yasasıdır: Hak, daima üstün gelir.
Bu vesileyle, Âkif’imizi rahmetle anıyor, ona Fatiha’lar sunuyoruz.