Yazın sıcağından kaçıp memleketime, Rize’ye geldim.
Yeşilliğin her tonuyla göz göze gelmek istedim.
Denizin enginliğine kulaç atarken, yaylalarında dağlarında haykırmaktı niyetim.
İnsan, çocukluğunun geçtiği yerleri koklarken bebek kokusu hissediyor.
Köyümdeyim...
Tütüncüler Köyü’ne adını veren puro tütünü yok artık.
Yaprakları bir metreden büyük olan puro tütününü kış boyu demet yaparken babama yardım ederdim.
Bir anda eski günlere gittim.
Mahallede puro ekenlerin hemen hiçbiri sağ değil.
Şimdi her yerde çay var.
Tam da çay sezonunun içindeyim.
Çay üreticisinin – ki ben de çay üreticisiyim- çilesini burun buruna duyuyorum.
Engebeli arazi, yağmur, zamanla yarışma ve satışın getirdiği meşakkat!..
Teknolojinin gelişmesi işe yaradı, her tarlada teleferik var ve tüm çaylar onunla çekiliyor.
Ben az çay taşımadım; burnum dizime değerek.
Çay, başlı başına önemli bir konu ve onu yazmayı başka bir zamana bırakarak asıl konuma döneyim.
Sabah, bakkaldan ekmek almak için anayola çıktım.
Dönemeç, köyün camiine bakıyor.
Baktım, Melek Ana dönemecin ucuna oturmuş camiyi seyrediyor.
Beni görünce gözlerini sildi ve zoraki gülümseyerek: “Geldin mi?” dedi.
“Geldim Melek Ana.” dedim ve boğazına sarıldım.
Biliyorum, onun, özellikle Cuma günleri, o dönemeçte niçin oturduğunu.
Dağ gibi iki evladı, caminin mezarlığında yatıyor.
“Mecit”i ile “İsmail”i habis illetten genç yaşlarında kara toprağa girmişler.
Melek Ana her Cuma o dönemece gelir ve gözyaşlarını oğullarının ardından sel eder.
“Evladım, içim yanıyor. Doksanımı geçtim, ama hâlâ ölemedim. Canlarım gitti. Ben de gitmek istiyorum, ama Rabbim izin vermiyor. Ne diyebilirim O’nun hükmüne. Hani, kömür kor ateş olur da yanar ya, ondan daha keskin ve yakıcı bir ateş içimde yanıp duruyor. Evlat acısı bambaşka oğul, Allah kimseye tattırmasın onu.”
Gözlerim buğulandı, başım yere düştü...
Onun oğulları, benim çocukluk arkadaşlarımdı. Birlikte büyümüştük.
Komşunun meyvelerine beraber taş atmış, yaramazlıklarımızda birlikte korkmuş, ağlamış ve gülmüştük.
Hayat bambaşka bir şey.
Hayatın tanımı yok.
Her tanımı elinin tersiyle itiyor.
Kimisine neşeli bir sofra sunarken, kimine de acılı bezini yayıyor.
Ölüm ötesi bir hayat olmasa, ölüm bütün anlamları anlamsızlaştırırdı.
Fakat şimdi o, tüm anlamsızlık gibi görünen şeylere anlam katıyor.
Hayatın tuzudur ölüm.
Hayat onsuz yenmiyor.
Melek Ana’nın en sevdiği yer, köyün mezarlığı.
Çünkü sevgilileri orada yatıyor.
Yerlere anlam katan sevgi ve sevgili değil midir?
Dönemeçte Melek Ana’yla hüznü demlerken, insanlar boş durmuyor; çay taşıyor, tarlaya gidiyor, çay topluyor; yaşamın diğer ucunda debeleniyor.
İlginçtir, ÖSS Türkiye ikincisi Zahide Keskin kızımızın annesinin evi de az ötemizde.
Orada da müthiş bir sevinç var.
Kızlarının başarısını kutluyorlar.
Herkesin yüzü gülüyor ve içi kıpırdıyor.
Bir yanda sevinç, bir yanda hüzün.
Demir, ateşe girmeden çelik olmuyor; insan çile çekmeden mi olgunlaşacak?
Mutluluk, anın meşru şartlarını yerine getirdikten sonra duyulan duygudur, diyebiliriz.
Ölüm, mutlulukları yutan değil, belki de pekiştiren bir sırdır.
Melek Ana kahretmiyor, sadece pişiyor; yarın sevdikleriyle olgunca buluşmak için.
Nohut, pişmeden suyun yüzeyine çıkmaz.
Ekmeğimi alıyor ve eve geliyorum.
Rahmetli babam sanki kapıda beni karşılayacak diye evin kapısına gözüm kayıyor.
Hayatla ötesi ne kadar iç içe.
Her sabah, babamın Kur’an sesiyle biz güne uyanırdık.
Ben babamı sevdiğim için Kur’an’ı sevdim.
Kuş cıvıltılarının arasında Kur’an sesi, bana öyle geliyor ki, yaratılış sesi gibiydi.
Ben, yaratılışımın sesini, babamın Kur’an sesinde duydum. Asıl eğitim bu değil midir?
Yaradılış kodlarına uymayan her ses ve nefes, insanoğluna zulümdür.
Bu, dünya çapında “bilgi”, uygarlık olabilir, hiç fark etmez.
Melek Ana’nın iç yangınını sonsuzluk sırrıyla söndüremeyen her davranış, anlayış ve oluşum vahşettir.
Mezarlıktan öte akmayan sular, bizim ebedi susuzluğumuzu nasıl giderecek?
Köyümdeyim ve hayattayım.
Yazımı yazarken, şu an bile, kuşların müthiş cıvıltılarının saldırısı altındayım.
Bana fıtrat sesimi hatırlattığı için doğa, onu seviyorum.
Tatil mi? Çağın vebası olan “tatil”den kaçtıkça sıhhat buluyorum.
İlkel olamaz mıyız biraz?
Kendimizi bir kefen bezine sarılı olarak düşünemez miyiz?
Hangi “modern” sonunda “ilkel” olmamıştır?
Neticeyi toprak yutacaksa, başlangıcın ne kadar anlamı olabilir?
İlkellik, toprağın yutamadıklarına değil, toprağın yuttuklarına yatırım yapmaktır.
Emi İsmet, “Hocam, çaylar demlendi, içelim” demeseydi, ben hâlâ yazıma devam ediyor olacaktım.
Not: 19 Temmuz akşamı, “Namaz ve Mirac” konulu konuşma yapmak üzere Senai Demirci kardeşimle gittiğimiz Nevşehir’de bizi candan ağırlayan, başta Abdülbaki Öncel Hocam olmak üzere Enderûn Eğitim Vakfı’na emek veren kardeşlerime ve salonu hıncahıç dolduran Nevşehirli kardeşlere candan teşekkür ediyorum.
Ve rahmetli Zeki Soyak Hocamızın yıllar önce ektiği tohumların bire yediyüz verdiğine gözümle ve gönlümle şahit olmuş olarak, bir mefkûreci ruhuyla yaşamanın bereketini bir kez daha anladım.