Başında silahlı, sonunda silahsız kuvvetler var Eski Başbakan Mesut Yılmaz, 28 Şubat'ın "postmodern darbe" olduğu yönündeki görüşlere katılmıyor. Süreci Demirel'in Anayasal zemine kaydırdığını savunan Yılmaz, "28 Şubat süreci, demokrasi tarihimizin en yaygın sivil toplum hareketine sahne oldu. Başında silahlı kuvvetler, sonunda ise silahsız kuvvetler vardır" diyor.
Sürecin ardından Başbakan olan Mesut Yılmaz, 28 Şubat'la ilgili görüşlerini Hürriyet'e yazdı. 28 Şubat için söylenen "postmodern darbe" tanımına katılmayan Yılmaz, "28 Şubat'ın başında silahlı kuvvetler, sonunda ise silahsız kuvvetler vardır" dedi. Yılmaz, başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere, muhafazakár kesimlerin dillendirdiği "kişi laik olmaz" söyleminin de doğru olmadığını savunarak, "Demokrasiye inananlara nasıl demokrat deniyorsa, laikliğe inananlara da laik denir" dedi. İşte "Nene Hatun 113" dizimize son noktayı koyan Mesut Yılmaz'ın yazısı.
DARBELERİN HİÇBİRİ LAİKLİK İÇİN DEĞİLDİ
"Türkiye'de kurum olarak ordunun, asli görevi olan ülke bütünlüğünün korunması yanında, en önemli hassasiyetinin irtica tehdidi olduğu herkesin malumudur.
Bu hassasiyet, aslında cumhuriyetten önce başlamıştır. 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu gibi, cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu'nun çeşitli yerlerinde patlak veren ve bazen bölücü motiflerle ortaya çıkan gerici ayaklanmaları bastırma görevini de Silahlı Kuvvetler üstlenmiştir.
Bu nedenle Silahlı Kuvvetler, cumhuriyetin temel ilkesi olan laikliği de içtenlikle benimsemiş ve laiklik karşıtı davranışlardan her zaman rahatsızlık duymuştur.
Ancak siyasi literatürümüze "28 Şubat Muhtırası" diye giren MGK kararlarına kadar, hiçbir zaman bu rahatsızlık yönetime müdahale gerekçesi olmamıştır.
Çok partili dönemde yaşadığımız üç askeri müdahalenin ve başarısız kalan iki darbe teşebbüsünün hiçbiri, laik düzeni koruma amaçlı değildir. Hatta cumhurbaşkanına hediye edilen bir köpeğin dahi dava konusu yapıldığı Yassıada duruşmalarında, 10 yıllık Demokrat Parti iktidarı aleyhine laiklik karşıtı eylemlerden dolayı açılmış bir dava yoktu. 28 Şubat, bu özelliğiyle Türkiye'de bir ilktir.
28 ŞUBAT'A POSTMODERN DARBE DENEMEZ
Geçtiğimiz on yıl içinde, bazı odakların çarpıtmaya ve unutturmaya çalıştıkları bir gerçek de şudur:
Söz konusu kararlar askerler tarafından hazırlanmış, fakat dönemin hükümeti tarafından da kabul edilerek imzalanmıştır. Dönemin başbakanı, kurulda rahatsızlığını dile getirmesine rağmen, sonuçta bu kararların altına imza atmış, koalisyon ortağı partiye mensup başbakan yardımcısı ve diğer bakanlar da herhangi bir itiraz dahi ileri sürmemişlerdir.
Dolayısıyla, Refahyol hükümeti, ülkede irticaın öncelikli tehdit oluşturduğunu ve buna karşı önerilen tedbirleri almayı kabul etmiştir.
Daha sonra ortaya atılan postmodern darbe kavramı, 28 Şubat sürecinin baştan sona ordu bünyesinde planlanıp yürütüldüğü fikrini çağrıştırmaktadır. Oysa, gerçek bu değildir.
Genelkurmay başkanının ordu içindeki ciddi rahatsızlığı kendisine iletmesi üzerine adres olarak Milli Güvenlik Kurulu'nu gösteren ve olayı anayasal zemine yönlendiren, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'dir.
TARİHİMİZİN EN YAYGIN SİVİL TOPLUM HAREKETİDİR
28 Şubat süreci, aynı zamanda demokrasi tarihimizin en yaygın sivil toplum hareketine sahne olmuştur.
Ülkenin en büyük meslek birlikleri, hükümeti demokratik yoldan değiştirmek için bir araya gelmişlerdir. Yani 28 Şubat'ın başında silahlı kuvvetler, sonunda ise silahsız kuvvetler vardır. Gene bu dönemde dünya hukuk tarihine geçen bir olay yaşanmış ve cumhuriyet başsavcısı, iktidarı oluşturan partilerden Refah Partisi aleyhine Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası açmıştır. Nitekim bu dava daha sonra Refah Partisi'nin temelli kapatılmasıyla sonuçlanacaktır.
Refahyol Hükümeti'nin istifasından sonra üstlendiğim başbakanlık görevim sırasında, gerek MGK ve Yüksek Askeri Şûra toplantılarında, gerekse Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği irtica tehdidini konu alan brifinglerde, komutanların bu konudaki görüşlerini bizzat dinlemek ve kendileriyle tartışmak olanağını buldum.
Bu toplantılarda dile getirilen ve ülkenin diğer aydın kesimlerinde de genel kabul gören tez şudur:
"Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra iktidara gelen merkez sağ partiler (Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi), oy avcılığı için laiklikten sapma anlamına gelen uygulamalara yönelmişlerdir.
Bu ödünler, sonunda, din istismarı üzerine siyaset yapan partilerin güçlenerek ülke yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlamıştır. Bu teze dayanak olarak da ezanın Arapça okunmasından, imam hatip okullarının yaygınlaşmasına ve TCK'nın 163. Maddesi'nin kaldırılmasına kadar uzanan bir örnek listesi verilmektedir.
Oysa, bu örnekler büyüteç altına alındığında durumun farklı olduğu görülecektir. 1950'de ezanın Arapça okunmasına ilişkin düzenleme TBMM'de oybirliğiyle kabul edilmiştir.
ARAPÇA EZAN VE İMAM HATİPTE CHP'LİLERİN DE KATKISI VARDIR
Aynı durum 1990 yılında, 163. Madde'nin kaldırılmasında da söz konusudur. 1952 yılında, yedi ilde açılan ve 1971 yılında sadece lise düzeyinde eğitim veren imam hatip okullarının ortaokul düzeyine indirilmesi ise, 1974 yılında CHP-MSP iktidarı döneminde gerçekleştirilmiştir.
Türkiye, aslında, laik düzene, bu ilkenin Anayasa'ya girdiği 1937 yılında değil, hilafetin ve şeri mahkemelerin kaldırıldığı, Tevhidi Tedrisat Kanunu'nun kabul edildiği 1924 yılında geçmiştir.
Dünyada örnek alınacak tek bir laik model söz konusu değildir. Türkiye, başlangıçta, esas itibarıyla katı ve pozitivist Fransız modelini benimsemiştir. Bu model Türk toplumunda kabul görmemiştir.
Üstelik Türkiye'de her zaman dine dayalı bir devlet özlemi içinde olan küçümsenmeyecek bir kitle vardır.
Merkez sağ iktidarların zaman içinde katı laiklik modelinden sapma olarak yorumlanan uygulamaları, aslında geniş kitleyi rahatlatan ve laikliğin dine karşı olmadığını gösteren bir etki de yaratmıştır.
KİŞİNİN LAİK OLAMAYACAĞI TEZİ DOĞRU DEĞİLDİR
Türkiye'de, ülke koşullarına uygun bir laik düzen arayışı bugün hálá gündemdedir. Bugün geldiğimiz aşamada artık bu ilkenin yasalarda ve Anayasa'da yer almasından daha önemli olan noktanın, toplumun büyük bölümü tarafından kabul görmesi ve içselleştirilmesi olduğu anlaşılmış olmalıdır.
Bu uzun ve zahmetli bir süreci gerektirir, ama en önemli önkoşulu ülke yönetiminde sorumluluk alanların gerçekten laik olmalarıdır.
Kişilerin laik olamayacağı doğru değildir.
Demokrasiye inananlara nasıl demokrat deniyorsa, laikliğe inananlara da laik denir.
Laik bir ülkede siyaset yapanların din istismarından kaçınmaları ve devletin tüm dinlere ve inançlara eşit mesafede olması kuralına mutlaka uymaları gerekir.
Laik düzen açısından yaşamsal önem taşıyan bir alan da, eğitimdir.
İMAM HATİP OKULLARININ YAYGINLAŞTIRILMASI HATADIR
Başlangıçta aydın din adamı ihtiyacını karşılamak için açılan imam hatip okullarının zaman içinde alternatif bir eğitim kulvarına dönüştürülmesi büyük bir hata olmuştur.
Halkımızın bu okullara verdiği destek, çocuğunun din adamı olması arzusundan değil, genel eğitimi yanında dini bilgiye de sahip olması arzusundan kaynaklanmaktadır.
Bu talebe cevap vermenin yolu da, genel eğitim kurumlarında yeterli düzeyde ve seçmeli din eğitimi sağlamaktan geçer. Türkiye'nin bugün türban sorunundan daha öncelikli olarak tartışması ve çözmesi gereken sorun budur.
28 Şubat'tan günümüze kalan en önemli sonuç, zorunlu temel eğitimin sekiz yıla çıkartılması yanında, laik düzeni koruma yönünde her zamankinden daha güçlü bir toplumsal bilincin doğması olmuştur. Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyini demokrasi içinde yakalaması, bu bilincin artarak sürmesine bağlıdır."