Hz. Mevlâna’nın Şeb-i Arus’unun (ölümünün) 741. yılındayız. Bir insanın 741 yıl diri ve taze kalmasının elbette birçok sırrı vardır; ama onun en büyük sırrı aşkıdır. O ne yüce sevgidir ki, asırlar boyu gönül tellerini titretmiş ve inletmiş durmuştur.
Mevlana, aşkı o kadar çok terennüm etmiştir ki, aşk, onda sanki somut bir nesne gibi durmuştur. 25 bin beş yüz beyitlik Mesnevi’si bir yana, 40 bin beyitlik Divan-ı Kebir’i baştan sona kadar aşkla doludur. Dünya kuruldu kurulalı, aşk üzerine bu kadar yoğunlaşmış ne bir eser, ne de bir kişi vardır.
Aşk onu o hale getirmişti ki, bir deri, bir kemik kalmıştı. ( Minyatürlerdeki resimler ona benzemiyor, o resimler, 1967 yılında İranlı bir ressam tarafından hayali olarak çizilmiştir. ) Ahmet Eflaki, onun bu durumunu şöyle anlatıyor:
“ Bir gün Mevlana hamama gitmişti. Merhamet gözüyle kendi mübarek vücuduna baktı. Vücudu iğneden ipliğe dönmüştü. Buyurdu ki: “ Bütün ömrümde kimseden utanmadım; fakat bugün zayıf vücudumdan çok utandım; çünkü o bana “ Bir gün bana huzur vermedin.” diye kim bilir hal diliyle neler söyledi, neler de söylemeyip gizledi ve “ Yükünü taşıyabilmem için beni hiç rahat bırakmadın; bir gececik olsun istirahat edip kuvvet bulmama bile izin vermedin.” diye ne kadar inledi. Fakat ne yapayım ki, benim huzurum, onun ızdırabındadır.”
Aşk, onun ruhunu alevlendirirken, bedenini de eritiyordu; fakat o, seçimini aşktan yana yapmıştı: “Her insan dünyada bir sevgili seçer, biz kendimize sevgili olarak aşkı seçtik.” diyordu.
Aşk, burada ilahi bir makam kazanıyor ve varlığının adeta temeli oluyor : “Allah’ın aşkıyla sarhoş olarak gelen, Allah’la beraber baki olur.” Onun bütün özlemi aslında Baki olanda fani olmaktır ve bunun yolu da aşktır.
Onun döneminde yaşanmış bir “Tavus Sultan” hikâyesi vardır ki, aşkı bir nebze anlamamızı sağlıyor.
Tavus Sultan, Hindistan’da bir şeyhin talebesidir. 25-30 yaşlarında bir hanımefendidir. Şeyhi, Mevlana’yı çok sever ve ticari kervanlarla Konya’dan Hindistan’a gelen Mevlana’nın şiirlerini, dersleri esnasında okur. Tavus Sultan da o beyitler Hindistan’a geldikçe alır, okur. Böylece, Hz. Mevlana’ya hayranlığı, sevgisi dürüle dürüle yumak haline gelir. Son kez bir rubaisini daha okur ki, içini yakıp kavurur:
“ Ne duruyorum, ne yürüyorum,
Üzengideki ayak gibi…
Ne susuyorum, ne konuşuyorum,
Kitaptaki yazı gibi…
Ne varım, ne yokum,
Gülsuyundaki koku gibi…”
Bu rubai Tavus Sultan’ı gönlünden yaralar. Şeyhi, bu durumun farkındadır ve ona : “Haydi kızım, kalk Konya’ya git sen!” der.
Tavus Sultan çok zengindir. Konya’ya gelir ve Meram’da bir ev alır. Bir tamburu vardır, kendi kendine çalar durur; içten içe ah çeker, kendinden geçer.
Mevlana da 10-20 günde bir, talebeleriyle o yöndeki bir mescide sabah namazına gider. Bir sabah, namazdan dönerken bir tambur sesi duyar. “Şems’ten bir selam erişti. Bu ses, Şems’in selamı olmadan çıkmaz. Ben buna bir bakacağım.” der ve Tavus Sultan’ın evinin kapısını açarak içeri girer. Talebeleri, içeride bir hanımefendinin olduğunu biliyorlar.
Mevlana içerde üç buçuk gün kalır. İçerdekinin bir kadın olması, çevrede dedikoduların yayılmasına neden olur.
Üç buçuk gün sonra, talebeleri, kapı açılıp Hz. Mevlana görününce, hepsi saf olur. Mevlana : “ Sizden ummam da belki ileri geri konuşanlar vardır, açın bakın Tavus Sultan’a.” der. Kapıyı açarlar ki bir avuç kül!.. “ Yandı!..” der. “ Bu kadarmış tahammülü. Üç buçuk gün onun yanma operasyonuydu.”
İlahi aşk maddeye yansırsa, onu yakar, kül eder. Cereyanın yakıcılığına inanıyoruz da, aşkın yakıcılığını kabullenemiyoruz; hiç yanmadık ki!..Aşk, cesetleri yakıp, gönlü diriltir; çünkü aşkın vatanı gönüldür.
Mevlana, Ashab-ı Kehf’in köpeği Kıtmir’in rengini sorar ve cevabını da kendisi verir : “ Onun rengi sarıydı ; çünkü aşıkların rengi sarı olur.”
Şimdi onun aşk denizine dalalım ve birkaç damla çıkaralım:
“ Aşk, Allah’ın sırlarına ulaşmanın anahtarıdır.”
“ Aşk geldi, bütün kelimeler silindi hafızamdan.”
“ Manaların aşk burakı aklımı da gönlümü de aldı, götürdü. Nereye götürdü diye sen bana sor. Aklımı da gönlümü de senin bilmediğin o tarafa, ötelere götürdü. Orada ne ay var, ne güneş, ne gök. Bunlar, sevgilinin bize eşi benzeri olmayan keremleridir.”
Bütün bunlara nasıl ulaşılabileceğini de şöyle anlatır:
“ Sende bulunan beş duyu ışığını, gönül nuru ile aydınlat. Duyguları beş vakit namaz gibi bil. Senin gönlün ise, yedi ayetten ibaret olan Fatiha Sûresi’ne benzer. Her sabah göklerden bir ses gelir, gönlünden dünya sevgisini atabilirsen o sesi duyar, hakikat yolunun izini bulur, yol alırsın.”
“ İyi kişilere, ermişlere aşk şarabı sunan Cenab-ı Hak idi. İbrahim Ethem hangi şaraptan içmişti de kendinden geçmiş, tacını tahtını bırakmış, memleketinden kaçmıştı? Beyazıd, bu şaraptan içince, “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.” demişti. Aynı şaraptan Hallac-ı Mansur yudumlayınca, “ Enel Hak – Ben Hakkım” diye bağırdı da darağacına çıktı.”
“ Tertemiz şarap “ Ab-ı hayat – hayat suyu- tır.” Öbürü ise pisliktir. Üzüm şarabı, içeni bazen domuzlaştırır, bazen da maymun haline sokar. O kırmızı şarap, sonunda senin yüzünü kapkara eder. Allah şarabının küpü gönüldür, o küpün ağzını aç, o küpün ağzını, işi gücü kötülük olan nefs, çamurla örtmüştür. O pis çamuru küpün ağzından kaldır, at.”
Şu cümlesi ne kadar anlamlıdır:
“ Gönlü yarattığın için canım sana feda olsun, Allah’ım.”
Aşkla ilgili sözlerini dinlemeye devam edelim:
“ Aşk, üstünlükte, bilgide, defterde, kitap sayfalarında değildir. Aşk, öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri ebeddedir. Bu ağaç ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne, bu ağacın kökleri de yoktur. Sende fani güzellere karşı bir iştiyak – arzu – özlem var ya… Bil ki bu arzu senin için bir puttur. Sen, kendinde kendini bulur da kendin sevgili olursan, sende özlem kalmaz.”
“ Ey oğul, aşka bağlan, geri kalan şeyler boştur, havadır.”
“ Aşık ol, aşık ol da üzüntüden kurtul. Sen, padişah oğlusun, ne zamana kadar dünyanın esiri olarak kalacaksın?”
“ Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma. Aşk, ab-ı hayattır, onu canla, gönülle kabul et. Aşıklardan başkasını, sudan ayrılmış balık bil. O, vezir bile olsa, sen onu ölmüş say. Aşk, eşya dengini açınca, her ağaç yeşillenir. Kocamış ağaçtan biten taze yapraklar, her an meyve verir.”
Hz. Mevlana’yı anlamak, hele onun aşk boyutuna nüfuz edebilmek elbette mümkün değildir. Ancak, yeni nesillere onu tanıtmaktan da uzak durmamak gerekir. “Benim Mesnevim, dünya durdukça, dünyanın her yerinde okunacak, hatta meyhanelerde bile.” diyen
ve bu deyişinin bugün doğruluğunun yaşandığı ve Mevlana’nın eserlerinin bütün dünyada “ en çok okunan kitaplar” listesinde yer aldığı göz önüne alınınca, ülkemizde ve özellikle gençler arasında pek tanınmıyor olması, elbette üzücü bir durumdur.
Genç, model olmadan eğitilmez. Mevlana ve diğer büyükler, hayatları ve eserleriyle gençlere model olarak sunulursa, bu gençlik onları kabul edecektir; çünkü gençliğin fıtratı temizdir.