Gençliğe ilk adım attığımız yıllarda köylü çocuğuyduk. Dünyayı bıraktık, ülkemizde, hatta yakın çevremizde nelerin olup bittiğinden asla haberimiz olmazdı; çünkü iletişim denilen büyülü dünyadan çok uzaktık. Büyüklerimiz, haftada bir ihtiyaçları için kasabaya inerler, o gün ilçede gördüklerini, duyduklarını, akşam eve gelince abartarak anlatırlar, biz de merakla ve heyecanla onları dinler ve “Vay be, dünyada neler oluyor?” diyerek iç geçirirdik.
İlk gençlik yıllarımda, İstanbul’da terzilik yapıp sonra memlekete dönen bir yakınımdan Necip Fazıl ismini duymuştum. O yakınımı sevdiğim için, onun sevdiği ve saygı duyduğu Üstad’ı çok merak etmiştim. Ortaokul ve özellikle lise yıllarımda Üstad’ı tanımak, onu okumak için adeta can attım.
İsim vererek anlatayım: Bir gazete düşünün, birinci sayfasının alt köşesinde, başyazar olarak “çerçeve” başlığı altında Necip Fazıl yazıyor! Sayfayı çeviriyorsunuz, ikinci sayfanın sol üst köşesinde “sur” başlığı altında Sezai Karakoç yazıyor. Üçüncü sayfaya geçiyorsunuz ve bu sayfanın da sağ üst köşesinde “selam” başlığı altında Osman Yüksel Serdengeçti yazıyor! Bu gazetenin adı “Milli Gazete”dir. O günün şartlarında olabildiğince, ülkede ve dünyada olup bitenlerden sağlıklı haber alamaz mısınız?
Kudüs ilk defa o günlerde gündemimize düşmüştü. Meğer Kudüs bizimmiş! Yalnız Kudüs mü, Musul, Kerkük de bizimmiş! Aa, bizim dünyada ne topraklarımız varmış öyle! Meğer İkinci Abdülhamid de “kızıl sultan” değilmiş. Nee, Vahdettin de “vatan haini” değilmiş!
Dünyayı adeta yeniden keşfediyorduk. İkinci Abdülhamid’i tahttan indirenlerin, 1948’de İsrail’i kurduklarını öğrendikçe, Kudüs “kızıl elma”mız olmaya başlamıştı.
Okumamızın büyük faydalarının yanında bazı zararlarını da görüyordum. Köyde, hatta kasabada yalnızlaşıyordum. Benim dünyamı paylaşan kimsecikler yoktu. Okuduklarımı, duygularımı kimselerle paylaşamıyordum; adeta içimde patlıyordu, bilgilerim. Çevrem bilgisizdi ve insanların tek dertleri, “bir tas çorba kaynatmak”tı.
Okuduğumuz gazete ve dergiler, 1967’deki Arap- İsrail savaşından söz edip, Arapların yenilgisinden söz ettikçe, içimizde çizikler oluşuyor ve yumruklarımız sıkılıyordu. “Kahrolsun İsrail” derken, Araplara da kızmadan geçemiyorduk. Tarihimizi tanıdıkça dünya bize dar gelmeye başlamıştı.
Arada bir Necip Fazıl, Osman Yüksel “Ayasofya”dan bahsedince, Kudüs’le Ayasofya’nın aynı kaderi paylaştıklarının da farkına varıyorduk. Ne var ki, ülke yöneticileri duyarsız, dünya ise zulme adeta alkış tutuyordu.
Kudüs… Dış dünyama açılan ve aslında iç dünyamın da içi olan bir simge şehirdi. Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselatü vesselam) Mirac’a çıkarken uğradığı mübarek şehir. Mekke’nin, Medine’nin ve İstanbul’un kardeşi şehir. 1917’de İngilizlerin eline geçti, 1948’de de İsrail’e “yurt” olan toprakların içinde mahzun ve esir düşmüştü. O içten içe inlerken, bizler nasıl hora tepebilir, eğlenebilirdik? Gençliğimizin asıl mektebi Kudüs olmuştu. Ne muallimlerimiz vardı öyle. En başta Hz. Peygamber (aleyhisselatü vesselam). Mirac Mektebi’nin baş muallimi O’ydu.
Sonra Hazreti Ömer. Kudüs’ün ilk fatihi bizi selamlıyordu. Çöplük haline gelen Mescid-i Aksâyı ilk defa o temizlemişti. Resulullah’ın (aleyhisselatü vesselam) ayak izinin bulunduğu o mübarek taşı (Hacer-i Muallak) bulmak için eteğinde taş taşıdı, işçilerle beraber çalıştı. Ve kendi ismiyle de anılan Mescid-i Aksâ’yı, Hacer-i Muallaka’nın kıble tarafına yatırdı.
Sonra Hazreti Osman. Silvan bahçeleri gelirlerini şehrin fakir halkına vakfetti.
Râbiatül Adeviyye, Bişr-i Hafi, Seriyyüs Sakati gibi maneviyat âleminin kutupları, bu şehirde, semâların ötelerinden bahsettiler.
İmam Gazali derslerinin bir kısmını burada verdi. İbn Arabi üç yıl boyunca burada kalarak kitaplarının bir kısmını burada yazdı.
Nurettin Zengi, Kudüs’ü Haçlı sürülerinin elinden kurtarmadan uyumayı kendisine haram etti.
1187’de Selahaddin-i Eyyübi’nin Kudüs’le birlikte 52 şehri fethetmesiyle Kudüs tekrar özgürleşti. Mirac kandilinde Selahattin Kudüs’e girdi. O Selahaddin ki, “Sabah namazına gelen Müslümanlar, Cuma namazına gelen Müslümanlar kadar çoğalmadıkça, ben Kudüs’e sefer düzenlemem.” diyen, aynı zamanda bir gönül kahramanı idi.
1517 yılında Yavuz’a teslim olan Kudüs, 1917 yılına kadar özgürlüğün tadını tattı. 1917’de İngilizlerin işgaline uğradı ve o gün bugündür, yeryüzü Müslümanları da gün yüzü görmedi! Her namazımda sanki Selahattin olurum ve Kudüs içimde hedef olur, fethe çıkarım. Yeryüzü Müslümanları, araba çiziklerine duydukları üzüntünün onda birini Kudüs için duysalardı, Kudüs bugün özgürce şarkılarını söyler ve Siyonistlerin ayakları altında ezilmezdi.
Kudüs bize ümmet coğrafyasının 780 bin kilometre kare olmadığını haykırıyor! Dünyaya açılan kapımızdı o bizim. O kapılara kilit vurulalıdan beri, karanlık dehlizlerde debelenip durmaktayız. Hazreti Ömer’in emaneti, Yavuz Sultan Selim’in çöl destanı bugün ağlıyor!
Yaşadığımız çağda İslam dünyasında işlenen her zulmün simgesi Kudüs’tür, Nuri Pakdil için. “Yürü kardeşim, ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin.” diye haykırır, Pakdil. Ve söyler:
“ Ve çocuk gülünce
Işır el- aksâ.
El-aksâ bilir ki
Çocuk koyacak o taşı.”
Kudüs bizim için dünyaya açılan penceredir. Yerden göklere yükselişi simgeler. Kudüs esir kaldıkça Müslümanlar kanatlanamaz. Namaz ve kıble anıldıkça Kudüs unutulamaz. Kudüs evrensel dirilişimizin simgesidir. O kurtulmadıkça esaret zincirlerimiz kırılmayacaktır.
13 Aralık Çarşamba günü, İslam İşbirliği Teşkilatı, İstanbul’da, Türkiye’nin dönem başkanlığında ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın riyasetinde toplanarak, Kudüs’ü, Filistin’in başkenti ilan ettiler. Bu, tarihi bir olaydır ve asla siyasi kaprislere kurban edilmemelidir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci