Süleyman (AS) hem hükümdar hem de peygamberdi. Allah, ona hayvanların ve diğer yaratıkların dilini öğretmişti. Onlarla konuşur, anlaşırdı.
Rüzgâr, bir gün Hz. Süleyman’ın tahtına ters esti. Süleyman, rüzgâra niçin ters estiğini sorunca rüzgâr; “ Ey Süleyman!” dedi. “Sen de çarpık yürüme, çarpık yürüyünce, benim de ters esmeme kızma!”
Ters esen sadece rüzgâr değildi; rüzgârın tersliğinden ötürü Süleyman’ın başındaki tacı da eğrildi. Böylece onun sultanlığının sarsıldığını anladı da başındaki tacı doğrultmak için çaba harcadı, ama ne yaptıysa taç bir türlü doğrulmadı ve dile gelen taç Süleyman’a dedi:
“ Ey emin ve inanılır kişi, sen beni yüz kere doğrultsan, yine doğrulmam. Sen eğri gittikçe ben de eğrilirim.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kendini düzeltti, içindeki nefsanî istekleri attı. Süleyman doğrulunca taç da doğruldu ve başında durdu. Bu defa Süleyman, tacı kendi isteğiyle eğriltmesine rağmen, taç eğri durmadı, kendiliğinden doğruldu.
Mevlâna burada şu hüküm cümlesini yerleştirir:
“ Sana da dertten, kederden, gamdan ne gelirse, onları kimseden bilme, kendinden bil!”
Burada bir atasözümüz adeta dile geliyor:
“Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına.”
Hayat çanağına nimet doğrayanların kaşığına iyilikler gelmiştir de, çanağı kanla dolduranlar, doldurdukları kanda boğulmuşlardır.
Ya, Müslüman utanmaz mı? Allah sana; “Kulum sen de mi?” diye sorarsa hayâ damarları çatlamaz mı?
Bir aile reisi, bir köyün muhtarı, belediye başkanı, ülkenin yöneticileri.. kim olursa olsun, bir şeyin, bir yerin başına geçenler, yönettikleri yerlerde bir sıkıntı, bir kargaşa, bir düzensizlik varsa, bunu ilk önce kendilerini hesaba çekerek anlamaya çalışmalıdırlar. İşler niçin ters gidiyor, rüzgâr niçin ters esiyor diye nefislerine sormalıdırlar. Bunu yaparlarsa hem kendilerini düzeltme imkânına kavuşurlar, hem de halkın gözünde iyi bir yönetici olmanın keyfini tadarlar.
Nefs muhasebesi yapan her insan sonunda kazananlardan olmuştur da, kendini kusursuz, hata işlemez, lâyüs’el (hatadan münezzeh) görenler tarihin çöplüğüne düşmüşlerdir. Kendini kusursuz gören her insan zalimdir; çünkü hataları, kusurları hep başkalarına yükleyerek onlara zulüm etmektedir.
Basit olarak bir aile düşünelim: Eşler arasında anlaşmazlık vardır. Kusuru, hatayı eşlerden biri kabul etmez ve diğerinin üzerine yükler. Bu sefer de baştaki mutluluk tacı yana yatmaya başlar. Hata kabul edilmeyince de taç tamamen baştan uçup gider ve aile yuvası dağılır. Oysa hatayı bir kabullenseydi, baştaki taç düzelecek ve yuva dağılmayacak, çocuklarda analı babalı yetim büyümeyeceklerdi. Nefsini yenen insan, dünyanın, sırtı yere gelmez pehlivanıdır.
İşler niçin ters gidiyor?
Allah’a kulluğu taçlandıranların gönül rüzgârları saba makamında estiğinden, içlerindeki gonca, rüzgârın etkisiyle gül olarak açar ve onların işleri ters gitmez.
Allah’a kulluğu değil de başka başka ilahlara kulluğa kalkışanların ise, içlerinde karayel bir balta gibi eserek kalplerini lime lime eder. İşte akan kanlar bunun eseridir.
Firavun, toplumunun en akıllı insanıydı; fakat nefsini ilah edinmişti ve kana doymuyordu. Çağdaş firavun görmek isteyenler, nefsini ilah edinmiş “akıllı” insancıklara baksınlar, yüzlerinden kan dökülmekte, gözlerinden ateş fışkırmaktadır. Bunlar nereyi yönetirlerse yönetsinler, dünyayı da yönetseler, yönettikleri yerlerde insanlar kan kusacaklar, villalarda bile mutsuz olacaklardır.
Feraset; insanın yüzünden ruh kimliğini okuyabilmektir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci