Dün (26 Mayıs), Üstad necip Fazılın ölümünün yirmi altıncı yılıydı. Mübarek naşını, mahşeri kalabalık, tekbirlerle Fatih Camiinden alarak, eller üstünde Eyüpteki sonsuzluk durağına sanki daha dün götürüyor gibi hafızamda duruyor. Üstad öldü, biz yetim kaldık. Tek tesellimiz, onun eserleridir; çünkü o, eserleri ve aksiyonuyla hep yaşayacaktır.
Üstad, muzdarip bir insandı; kendini arındırırken, toplumun tüm dertlerini de kendine dert edinmişti. Karanlık bir zaman diliminde (1904) dünyaya gelmesi, sanki Allah tarafından insanımıza bir ışık müjdesi gibi olmuştu. Düşünüyorum da, Necip Fazıl olmasaydı, bugün Türkiye bu durumda mı olurdu? Cevap tek kelimedir: Asla!
Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.
Bu beyti, Efendisi Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle tanıştıktan sonra yazmıştır ve ondan önceki tüm hayatının adeta özeti gibidir. Kendisi tam otuz yaşındadır ve yepyeni bir dünyaya adımını atmıştır.
O, bireysel çilenin en onulmazını yaşayarak, adeta içindeki kömürleri elmasa dönüştürmüş ve geleceğin nesline paha biçilmez varlık elmasını armağan etmiştir. Arvasiyi tanımadan önce de şöyle diyebilmektedir:
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi / Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi / Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Kaldırımlar şiirini yazdığı zaman yirmi üç yaşındadır. Ona devrin büyük şairleri ( Ahmet Haşim, Yahya kemal, A. Hamit Tarhan gibi
) bu sesi nereden bulduğunu sorarlar. Gerçekten o zamana kadar Türk şiirinde böyle bir sese rastlanmaz. Bu sesi anlamamız için onun çocukluk yıllarını bilmemiz gerekmektedir.
Bir kere o sanatçı olarak doğdu. Ne var ki, fıtrat işlenmeden parlamıyor. Onun fıtratını işleyen en önemli şahsiyet, büyük babası Hilmi Efendidir. Ağır ceza reisliğinden emekli olan bu zat, uşaklar elinde gezinen torununa apayrı bir önem verir ve onu, Hz Ali cenklerinin yanısıra, Fuzuli divanları okuyarak büyütür. Babaannesi Zafer Hanım ise, bunun tam tersini yapar; Necip Fazıla Batı romanlarını okur. Zaten dört beş yaşlarında okuma yazmayı öğrenmiştir ve adeta roman okuma delisi olmuştur ( Pol Virjini, Pardayanlar
okuduğu kitaplardan bazılarıdır.)
Osmanlının yıkılış günleridir. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı kapıdadır. Küçük Necip ise, beyninde Doğu ile Batıyı sentezlemekte ve bunun çilesini daha o zamanlarda ruhunda duymaktadır. Büyük adamlar, çoğu zaman büyük heyelanların çocuklarıdır.
Bahriye Mektebinde Yahya kemal, Ahmet Hamdi Akseki gibi hocalarının yanında, İbrahim Aşkî Bey adında bir de edebiyat öğretmeni vardır ve onun tesiri daima üzerindedir. Bu öğretmeninin vermiş olduğu bir kitap, Necip Fazılın hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Kitabın adı, Semerat-ül Fuad- Gönül Verimleridir ve yazarı sarı Abdullah Efendidir. Kitap, tasavvuf içeriklidir. Otuz yaşlarında Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle karşılaşmasında ve ona teveccüh etmesinde, bu kitabın önemli katkısının olduğu kanaatindeyiz.
Sanat ve edebiyat dünyasında en ön saflardadır. Sanat, sanat için mi, yoksa halk için mi? gibi kısır döngü içinde süren tartışmalara yepyeni bir bakış açısı katar:
Anladım işi, sanat Allahı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.
Bütün hayatına ve eserlerine bu anlayışı koymuş ve Türk gençliğine sonsuz bir yol açmıştır. O zamana kadar, aydın denilen insanların, gece sabahlara kadar içki sofralarında sarhoş kafalarla ürettikleri ne idüğü belirsiz bir sürü saçmalıklarına sanat dendiğini düşünürsek, Üstadın çıkışının ne anlama geldiğini daha iyi anlamış oluruz.
Necip Fazıl, hayatında belirlenen değil, hep belirleyen olmuştur. Diğer bir ifadeyle o, hayatın nesnesi değil, hep özne konumunda kalmıştır. Sürü değil, çobandı.
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak. derken, ne denli bir cemiyet ruhu taşıdığı ortadadır.
Gideriz, nur yolu izde gideriz / Taş bağırda, sular dizde gideriz
Bir gün akşam olur biz de gideriz / Kalır dudaklarda şarkımız bizim.
Türkiye, tarihinin en derin labirentlerine doğru giderek hakikat arayışını çekinmeden ortaya koyabiliyorsa, bunun temelinde Necip Fazılın mayası ve aksiyonu vardır.
O, başta Sultan-ül Şuara- Şairler Sultanı idi. Her konuda en yetkin kitapların yazarı idi. Belli bir sanat poetikası vardı. Tarih tezi muhteşemdi. Ondan duyduklarımız ve ondan okuduklarımız bugün ayniyle gerçekleşmektedir. Sultan II. Abdülhamitin Kızıl Sultan, Vahdettinin vatan haini olmadığını ilk onun sesinden ve kaleminden duyduk. Bu ve buna benzer çıkışlarıyla zindandan zindana dolaştırıldı. Öldüğü zaman, Vahdettinle ilgili yazmış olduğu bir kitaptan dolayı, kesinleşmiş 18 ay cezası vardı; ölmeseydi içeri girecekti. Hayatı, zindan ve meydan arasında gelip geçti.
Öldüğü zaman boşluğu doldurulamaz diyenlere, arkadaşı Osman Yüksel Serdengeçti : Boşluk bırakmadı ki doldurulsun. diyerek en güzel cevabı vermiştir.
Nizamların nizamı olan düzen, iki heceli ve beş harfli bir isim taşır: İSLAM!..
En önemli özelliği, Peygamber ve Allah dostlarının sevgisiyle dolu olmasıydı.
Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı/ Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı.
Hepimiz kaderimizin yolcuları değil miyiz?
Gençlerden ve hayatı anlamak isteyenlerden, onun yüz civarındaki eserlerinden hiç olmazsa, O ve Ben, Babıali; Çile, Çöle İnen Nur
adlı eserlerini okumalarını rica ediyorum.