NEREDEN NERELERE GETİRİLDİK?

Seyfullah FIRAT

Son zamanlarda cereyan eden ve devletin kuruluş felsefesiyle ciddi manada çelişen siyası, sosyal ve ekonomik olaylar karşında herkes şu soruyu soruyor. “nereden, nerelere geldik”. Bana göre bu soruyu “nereden nerelere geldik şeklinde değil de, nereden, nerelere getirildik” şeklinde sormak lazım diye düşünüyorum. Çünkü gelmek başka şey, getirilmek ise çok daha farklı bir şeydir.
   
Bu iki cümleyi aynı anlamlarla yükleyip millete pazarlamaya kalkanlar, kavramların hakkını vermek veya toplumun genel anlamda meseleyi algılamasına katkı sunmak bakımından sınıfta kalmayı hak eden bir ifade seviyesidir. Bugünkü Türkiye’nin en son fotoğrafı ile Cumhuriyetin hedeflediği Türkiye arasında tartışılmayacak ölçülerde zıtlıklar söz konusudur. Ülkenin bugünkü fotoğrafını masaya koyup olup bitenlere objektif bir gözle bakıp, daha sonrada isabetli ve tutarlı yorumlar yapabilmek için önce şu iki cümle arasında ki anlam farklılığını ortaya koymak şarttır. Nereden nereye geldik derken; kendi isteğimizle veya milletin kendi özgür iradesiyle kat ettiğimiz yolu ifade etmiş oluruz. Nereden nereye getirildik cümlesiyle de, kendi irademiz dışında ve bilmeden veya bir takım zorlamalarla, kürsel odakların istedikleri istikametler doğrultusunda getirilmiş bulunduğumuz bugünkü siyaset durağını ifade etmiş oluruz. Uzun yıllardan beri, özellikle Atatürk ün ölümünden sonra millet olarak hep birilerinin veya o birilerinin arkasında ki bilinmez odakların istek ve arzularına göre yolculuk edip durduk.  
 
                Biz Türkler millet olarak tarih sahnesinde yer aldığımız ilk günden beri onuru ve şerefiyle yaşamış bir milletiz. Ne efendilere köle olmak gibi bir zillete, nede kölelere efendilik taslama gibi bir komplekse asla düşmemişiz. Millet olarak devlet olmanın ne olduğunu insanlığa öğretmiş, kendimizden daha çok insanlığın ortak kaderi için çile çekmişiz. Her gittiğimiz yerde mazlumların dostu, zalimlerin ise başının belası olmuş bir milletiz. İnsan denilen eşrefi mahlukun iffetini, onurunu, özgürlüğünü her şeyin üstünde tutmuşuz.  Bizi biz yapan, başka milletlerden farklı kılan söz konusu asaletimizden de canımız pahasına da olsa zerre kadar ödün vermeden bugünlere gelmişiz.

                           Güçlü olduğumuz dönemlerde merhametli, adaletli ve vakarlı olmayı; zayıf düştüğümüz dönemlerde de kelle koltukta gezmeyi, hak yolda ölümlerle dans etmeyi şanımızdan bilmişiz. Rotası ve kimyası bozulan; medeniyet ve uygarlığa muhtaç düşmüş toplulukları tımar veya terbiye etmek için Orta Asya bozkırlarını aşarak dört bir yana at koşturup kainatı atlarımızın nal sesleriyle yerinden titretmişiz. Her gittiğimiz yerde yaşayan insan katmanlarına hiçbir baskı yapmadan onların gönül muhabbetini kazanmışız.

                             Bu ifadelerimiz asla hamasi bir duygunun veya şımarıklığımızın işareti değil, bizzat insanlık tarihin ortak belleğinin kaydettiği gerçeklerdir bunlar. Gerileme ve duraklama dönemlerinde bile asla onurumuzdan tavız vermemiş, ya ölüm ya da zafer diyerek dağlar gibi kemik, ırmaklar gibi kan boşaltıp can vermesini bilmiş bir ecdadın bakiyesiyiz.

                             Türkün vakar ve asaletinin arka planında elbette bu milletin genlerinde taşıdığı dürüstlük ve mertlik duyguları vardır. Türk milletini cihanın hakimi yapan elbette Allahın takdiridir. Türk’ün cihan hakimiyeti ülküsünün kaynağında yürekli Başbuğlar veya yürekli sultanların da sarsılmaz iman ve iradelerinin olduğunu soysuz ve köksüzler dışında hiçbir akliselim inkar edemez. Ne zaman ki asaletimizden koptuk veya koparıldık, işte o zaman teneke yürekli paşalarla, cesaretsiz sultanlarla tanışır olduk. işte o zaman beş bin yıllık muhteşem geçmişimizde hiçbir zaman tanışmadığımız zilletlerle, onursuzluklarla, kepazeliklerle tanışmaya adeta mahkum düştük.

                              Türk Askerinin başına çuval geçirildiğinde, candan vazgeçemeyen sözde paşaların teslimiyetleri ile din kardeşlerimizin ülkeleri işgal edilip, iffetlerine musallat olunduğunda ses çıkaramayan sözde siyasilerin teslimiyetleri arasında bize göre en ufak bir fark yoktur. Her iki takımında ortak noktaları, tecrübe, cesaret ve milli şuur kısırlığıdır.

                           Bundan on veya yirmi sene önce hiçbir insanımız bir gün gelecek, terörist başı denilen canı yi, bu devlet muhatap alacak şeklinde ki bir düşünceye asla eyvallah diyemezdi. Hiçbir kimse bu ülkede Türklüğün tartışmaya konu edilebileceğini düşünemez ve kabullenemezdi. Bu gün bu ülkede Türklük tartışılıyorsa veya Türkün devleti hesaba çekiliyorsa ciddi bir zihinsel kuşatmanın altında bulunduğumuz veya bir şekilde sindirildiğimiz acı bir gerçektir.

        Olup bitenler karşısında hayret etmemek mümkün değildir. Devlet adeta teslimiyetçi bir zihniyet tarafından tepeden tırnağa işgale uğramış gibi bir algı hakim olmuş toplumun geneline. Düşmana kulak kesilmek yerine, kendi insanımızın yatak odaları izlenmeye alınmış bir memlekette akıl veya ruh sağlığından elbette bahsedemezsiniz. Bölge ateş çemberi ile kuşatılmış iken,  kendi ordumuzu imha etme delaletine yakalanmış olmamızın acı neticelerini ve utancını hep birlikte yaşıyoruz. Genel Kurmay Başkanları bu memlekette terör örgütü kurmuşlar da kimselerin haberi olmamış ve şimdi ki iktidar sayesinde bütün bu kepazelikler ortaya çıkarılmıştır. Bu iddialara kargalar da gülerler ama maalesef kargaların bile gülme zamanı değildir.

             Uçağımız düşürüldüğünde veya gemimiz batırıldığında, milleti kandırmak için söz konusu olayları yanlışlık oldu diye geçiştirenlerin veya basit tepkilerle milletin gazını almayı tercih edenlerin samimiyetlerine inanamıyoruz. Yeter artık, bir gün de bir yanlışta bizimkiler yapsınlar bakalım. Bizde, kahpe düşmanları bir gün herhangi bir oldubittiye muhatap edelim de karşı tepkileri test edelim. Bizde yanlışlıkla bir gemi batıralım, bizde yanlışlıkla şeytan kulelerinin birisini tepesine gülle olup düşelim de öfkemiz dinsin artık.

                  Dış siyasette maskaraya döndürüldük. Dün ak dediğimize bugün kara diyoruz. Bir süre önce Suriye ile aramızda ki sınırları kaldıralım şovları yapılırken, şimdi bir anda neler oldu da Suriye ile savaşın eşiğine geldik. İç siyasette gereksiz ve seviyesiz tartışmaların, geçmişi reddi miras etme hastalığı yüzünden can alıcı kurumlarımızı imha etmenin, hayat damarlarımız olan meseleleri bugünlerde yok sayma, görmezden gelme gafletini yaşıyoruz. Kurtuluş savaşı sonrasında İngiliz ve diğer saldırgan gavurların içimize bıraktığı serseri mayınların etki alanında yalancıktan büyüklük çalımları satıyoruz. Bu memlekette yeniden bir kimlik ve zihniyet kontrolü yapılmalıdır dediğimizde, bizi ırkçı veya kafatasçı diye alaya alanlara ibretle ve hayretle bakıyoruz. Sayın Başbakanımızın Türk milliyetçiliğini ayaklarım altına alıp ezdim ifadeleri karşısında tarif edilemez bir şaşkınlık yaşıyoruz.  Kısaca bu millete oynanan oyunların, kurulan sinsi tuzakların sonunda kaybedilen zavallıların yüzüne onlar adına utanarak bakıyoruz.

                       Din kardeşliği bize yeter, ne demekmiş “ne mutlu Türküm diyene” çıkışanlar, Müslümanların Suriye de veya başka birçok İslam beldesinde birbirlerini uç kuruşluk çıkarları uğruna nasıl boğazladıklarını acaba bize nasıl izah edecekler. Dindar bir insanın veya dindar bir zümrenin görevi inanan kardeşinin ayıbını örtmek olmasına gerekirken, sözde inananlar dünyasında mahrem kasetlerin zümreler arasında tehdit ve şantaj malzemesine dönüştürülmesini hangi ulema bize izah edebilecekler acaba. Benim devletimin Diyanet işleri Başkanının, Patriğin karşısında iki büklüm olmasını tarih acaba nasıl kayda geçecek. Öz kardeşine cehennemi adres gösterenlerin, papazlara veya keşiş denilen zındıklara aynı din tacirlerinin cennete pasaport vermelerini hangi samimi Müslüman bana izah edebilecek.

                          Biz bu milletin kimyasıyla oynandığını, dinimizin tıpkı, Arap aleminde olduğu gibi içinin boşaltıldığını, yalanların doğrulara galebe çaldığını iddia ettiğimiz de, kimler bizi neden ve niçin acaba kefere ilan etmeye varıncaya kadar hedefe oturtuyorlar. Bize olan bu kinin veya nefretin arka planını aldanmışlık olarak dolduramayız. Bu zilletin arka planın da bu millete sabotaj vardır, ihanet vardır.

                            Bir millet resmen zoraki bir değiştirilmeye muhatap edilmiş durumdadır. Yalanlarla, dolanlarla, tehdit ve şantajlarla benim mensubu olmaktan onur duyduğum, tarihin en muhteşem milleti imha ediliyor ve biz de uyuyoruz. Son zamanlarda zirvelerde bazı kimseler uyansa da, karşı tavır koymaya yeltense de, ne yazık ki çok geç kalındı ve ati alanlar Üsküdar’ı çoktan geçtiler. 

                            Sokaklarımız rezaletten geçilmiyor. Aile yapımız sarsıntı üstüne sarsıntı yaşıyor. Kültür kalelerimiz sistemli bir biçimde işgale uğruyor. Dindarlık, milliyetçilik, çağdaşlık, Atatürkçülük gibi akımlar adına bu memlekette resmen çetecilik yapılıyor. Bunca densizlikleri ne gören birileri nede tedbir koyacak birileri var.

                             Şeytanca kurgulanmış, insafsızca sahneye sürülmüş akıl oyunlarına yenik düşmüş bulunduğumuzu kabullenmek durumundayız. Ordumuzun üst düzey komutanlarının doğru veya yanlış gerekçelerle yarısı içeri tıkılmıştır. Kurumlarımız resmen renk değiştirmiştir. Cumhuriyetimiz tabeladan ibaret kalmıştır. Hepsinden daha kötüsü millet olarak şuursal ve zihinsel olarak işgale uğramış bulunuyoruz.

                             Bu ağır şartlar karşısında halen bugünü şirin göstermek için geçmişi lanetliyorsak, bizim toplum olarak ciddi bir tedaviye ihtiyacımızın olduğunu hepimizin kabullenmesi lazım. Ne yazık ki söz konusu hastalıkları tedavi edebilecek ehliyetli toplum doktorları da ortalarda yok. Toplum doktoru üniformasını giyenler bu milletin ruhundan çok uzak bir şekilde Vatikan in ruhuyla sarmaş dolaş olmuş bulunuyorlar.

                             Biz avazımız çıktığı kadar haykırıyoruz. Bırakalım sen ben kavgasını bir yana temel ortak paydalarımız da kucaklaşarak bu milletin kimyasını bozanlara karşı ortak tavır alalım. Biz bu coğrafya da ortak bir kaderi paylaşıyoruz. Kaderimiz ortak olduğu kadar inanç kodlarımız, gönül dünyamız da ortaktır. Dertlerimiz ortak olduğu kadar düşmanlarımızda aynı düşmanlardır. Domuzdan post olamayacağı gibi düşmandan da dost olamayacağını idrak etmek durumundayız. Aksi halde bir birimizi boğazlamaya devam ederiz ve bir gün gelir Allah korusun Suriye den, Iraktan da beter oluruz.