Ramazan günü, okulun sigara odasının kapısını ardına kadar açarak sigara içmesi dikkatimi çekmişti. Neden böyle yapıyordu? Bir derdi mi vardı? Problemleri yığın yığın birikmişti de birilerinden intikam mı almak istiyordu? Ortada bir gerçek vardı, o da yapılan şeyin doğru olmadığıydı. Oruç tutan arkadaşlarına saygı gösterir ve kapıları kapatarak sigarasını içebilirdi. Üstelik bu, onun öğretmen kimliğine daha uygundu.
Aradan günler geçti, ramazan ayı bitti; bayram tatili de sona erdi ve biz tekrar okullu olduk. Branşım gereği, zamanımın çoğunu okul kütüphanesinde geçirirdim. Kitapları karıştırır, hangi çocuğa, hangi kitabı okutacağımı önceden not ederdim.
Kütüphaneye girdim, baktım, o da orda bir köşede oturuyor; ama kitap okumuyordu. Gözlerini bir yere dikmiş ve öylece dalmıştı. Pek samimi de değildik, bazı sabahlar merhabalaşırdık, hepsi o kadar. Birbirimizi de tanımıyorduk. Ancak, ramazandaki olumsuz davranışından ötürü ister istemez, onu yakından tanıyan arkadaşlara sormuştum. Kocasından ayrıldığını, altı yaşında bir kızı olduğunu; fakat kendi anne ve babasının kızını ona vermediklerini, yalnız koca evini terk etmediğini, baba evinden de bir nevi kovulduğunu söylemişlerdi bana.
Bütün bunları duyduktan sonra ona karşı merhamet damarlarım kabarmıştı. Yaşlı da değildi, otuzunu gösteriyor ve dünyaya ayağını yalnız basıyordu. İçimden dua ederek mutlu olmasını Allahtan istemiştim.
Kütüphanede dalgın dalgın oturuyordu. İngilizce öğretmeniydi. Onunla konuşmak istiyordum, ama nasıl söze başlamalıydım? Elimi rastgele kitaplığın rafları üzerinde gezdirerek bir kitap çıkardım. Cemil Meriçin Bu Ülke isimli kitabıydı bu. Usulca:
Hocam dedim, Cemil Meriç okur musunuz?
Daldığı yerden bir anda korkuyla uyanarak, hıh! diye bir ses çıkardı. Ben sesimi biraz daha yükselterek:
Cemil Meriç okur musunuz? Elimdeki kitabı da gösterdim.
Yoo! dedi, Adını hiç duymadım!
Yaa! diyebildim. Ekledi:
Kimmiş o?
Artık konuşmak için yolum açılmıştı. Cemil Meriçi anlatıyor, fakat onunla da sınırlı kalmıyordum; Necip Fazıldan ve özellikle Mevlanadan sözediyor, böylece umut dünyasını harekete geçirmeye çalışıyordum. İnsanlara bilgi vermekten çok, onların içlerinde bulunan bilgiyi isteme duyusunu harekete geçirirseniz, hem onlara kendilerini tanıtır, hem de kendinize kulluğa çağırmazsınız. Böylece onları özgür kılarsınız ki, bu özgürlük, onları uyandırır.
Sevgiden, iyilikten, hayatın güzelliklerinden, umuttan
sözettim. Hayatın yalnızca dünyadan ibaret olmadığını, sonsuzluğu anlatmaya çalıştım. Bir saatten fazla bir zaman gözlerini kırpmadan ve soru sormadan beni dinledi.
Aradan üç gün geçmişti ki, beni yemekhanede yakaladı: Hocam dedi, Kütüphaneye iniyorum, Allahını seviyorsan gel, ne olur biraz daha sohbet edelim.
Peki, geliyorum. dedim.
Bu sefer o sordu, ben cevaplamaya çalıştım. Soruları, yaşadığı uygarlığın sancılarını taşıyordu. Hayata küskündü, kaderinden şikâyetçiydi ve ondan kaçıyordu. Bedbindi, gözünde bütün insanlar kötüydü, ama özellikle erkekler büsbütün kötüydü. Yalnızdı ve herkes adeta onu yalnızlığa itmek için yarışıyor gibiydi.
Ta başta onu iç dünyamda mahküm etmeyişimin karşılığını alıyordum. Ben anlatıyorum, o ağlıyor; ağladıkça açılıyordu. Anlıyordum ki, bu sohbetlerimizde, onun içinde biriken kirli sular boşalıyor ve rahatlıyordu. Allahı tanıdıkça Onu çok sevdiğini, ahiret duygusunun ve sonsuzluk kavramının çok rahatlatıcı ve güven verici olduğunu söylüyordu. Peygamberimizin hayatından okuduğu bölümleri bana heyecanla anlatıyor ve : Allahım, ben bu muhteşem insanı nasıl tanımamışım! diye hayıflanıyordu.
Zaman içinde ona kitaplar tavsiye ettim, büyük bir açlıkla okuyordu. Anlamadıklarını sordu. ODTÜ mezunuydu, ama onun bu tahsili, kendi medeniyet kökünü anlatan kitapları anlamasına yetmiyordu. Kendi kültüründen o kadar uzaktaydı ki, yaşadığı toplumun değerlerini tanımıyordu. Ramazan günü açıktan sigara içmesi de bundan olmalıydı; çünkü bilmiyordu. İnsan bilmediği şeyin düşmanı değil miydi? Verdiğim ve anlaşılması kolay kitapların diline bile yabancıydı. Ne var ki İngilizcesi güzeldi ve ondan iyi anlıyordu!
Artık her sabah ve her gün, ortak boş vakitlerimizde o soruyor ve ben cevaplamaya çalışıyordum. Konuları ilerletmiş ve düşünce dehlizlerinde koşar adım yürür olmuştuk. Zihninde problemlerini çözdükçe, davranışlarında da değişiklikler baş göstermeye başlamıştı. Kimseyle pek konuşmayan insan gitmiş, yerine sevecen, hayat dolu biri gelmişti. Bu hali, arkadaşlar arasında da sevilmesine yardımcı olmuştu.
Bir gün Evlen! dedim. Biraz şaşkınlıkla yüzüme baktı ve : Olur mu, evlenebilir miyim? dedi. Belliydi ki kendine pek güveni yoktu.
Evet, evlenebilirsin; ama bir daha makam-mevki arayışına girip hata yapma, insan al! dedim. Önceki kocası hem zengin, hem de makam sahibiymiş.
Aradan bir ay kadar zaman geçmişti ki, okulun, dışarıdan yüksekokulu bitirmiş servis şoförüyle evlenmeyi düşündüğünü söyledi. Ölçülerine uyuyorsa, niçin olmasın? dedim. Olay, öğretmen arkadaşlar ve okul idaresince de hemencecik duyuluverdi. Bazı arkadaşların burun kıvırmaları bir yana, okul idaresi, böyle bir evliliği kabul edemeyeceklerini, bu olayı velilere izah etmekte zorlanacaklarını söyledi ve istifaya zorlandı. Okul, özel okuldu çünkü.
Dayan! dedim, Rızkı veren Allahtır, istifa etmemek için diren.
Fikrinden caymadı. Yıl sonuna kadar sözleşmesi vardı, ondan sonrasına da Allah kerimdi.
Düğününe gittim. Onurlandı, çok sevindi.
Düğünden yaklaşık bir ay sonra koridorda yanıma yaklaştı ve : Sana bir müjdem var. dedi.
Neymiş o? dedim, gülümseyerek.
Bir çocuk gibi ellerini oğuşturarak ve titrek bir sesle: Örtünmeye karar verdim!
Şaşırmıştım. Hayır! dedim, Hemen karar verme, iyi düşün! Ya ağır gelirse, kaldıramazsa diye korkuyordum. Bana:
Hayır diyen sen misin? Aman Allahım inanamıyorum!
O zaman, önce giysilerine dikkat et! Henüz kısa ve dar giyiniyordu. Peki dedi. Ertesi gün, uzun ve bol bir kıyafetle okula geldi.
Toplantıda yanıma yaklaştı: Kesin kararlıyım, örtünüyorum. Artık sevdiğim yeni hayatımı üzmek istemem. Biliyorum, sen de çok sevineceksin.
Kütüphaneye gittim, kapıyı kapattım ve dakikalarca ağladım! Yeni hayatında karşılaşacak olduğu sıkıntılara dayanma gücü vermesi için Allaha dua ettim.
Sabah, okulun ana giriş kapısından içeriye doğru giriyorum. Yanımda bir kadın duruyor. Ben, velilerden biri sanarak kenara çekildim ve ona yol verdim. Baktım önüme geçmiyor ve gülümseyerek, işaretle öne geçmemi istiyor. Bu sefer yüzüne baktım. Aman Allahım! Bu başka bir yüz! Cennet hurilerini andıran bir sima bu. Gözlerinden aşağıya doğru yaşlar süzülmeye başladı. Ona sarılmamak için kendimi zor tuttum ve ben de ağlamaya başladım. İkimiz de çocuklar gibi ağlıyorduk. O zamana kadar yaptığımız sohbetler bir yana, şimdi, göz yaşlarımız, geçmişin ve geleceğin en güzel sözlerini söylüyordu. Cesetlerimiz aradan çekilmiş, göz yaşı birliğine ulaşmıştık. Tenler yok olmuş, canlar bir olmuştu. Göz yaşı, cesedin ikiliğinden, ruhun birliğine ulaştıran sır! Onun giremediği kapı, delemediği duvar yoktur; çünkü onun yurdu gönüldür.
Bana bu mutluluğu tattıran Rabbime sonsuz şükürler olsun. Bu mutluluğuma vesile olduğun için de Hak Teâla sana da sonsuz mutluluklar versin!