ÖĞRETMENİM, BEN AŞÇI OLMAK İSTİYORUM

D. Ali TAŞÇI

Sınıf öğretmenliği yaptığım yıllardı. Mahrumiyetleri, hayat olarak algıladığımız zamanlardı. Yolu ve elektriği olmayan bir köy okulunda bıyıkları yeni terlemiş bir öğretmendim.
Okul, tek katlı, iki sınıflı, duvarları altmış santim kalınlığında eski bir binaydı. Kış mevsiminde iğreti sobalarla kocaman sınıfları ısıtmak hayli zor oluyordu. Köylünün odun yardımı da olmasa, kışı donarak geçirmekten başka çaremiz yoktu; çünkü devletten bir kuruş bile yardım gelmiyordu. Köy salması dedikleri şeyin sadece adını duyardık ve muhtara da bir şey diyemezdik.
Okula gelen çocukların maddi durumları iyi değildi ve fakirlikte adeta eşitlik sağlanmıştı; her aile neredeyse birbirine benziyordu. Çocukların ayaklarındaki lastik pabuçlar, üzerlerindeki rengi solmuş önlükler, zaten onların durumunu gösteriyordu.
Okulun müdürüydüm; ama ne müdürlük? Yaklaşık otuz kişilik mevcudu bulunan dört ve beşinci sınıfları bir arada okutuyorum, her sabah okula en erken gelen ben oluyorum ve sınıfın sobasını yakıyor, temizliği gözden geçiriyor ve okulu eğitime hazır hale getiriyorum. Zaman zaman tuvalet temizliği de yapardım; çünkü çocukların orasını temizlemelerine gönlüm razı olmazdı. Kış mevsiminde yaklaşık bir metre kalınlığında yağan karda, okulun yolunu ilk açan ben olur ve ardımdan çocuklar peşi sıra okula gelirdi. Yaz tatilinde de okulun iç ve dış badanasını yapar, yeni öğretim yılına hazır hale getirirdim. Bütün bunları yaparken aklımın köşesinden birileri beni taltif etsin diye asla geçmez, memnuniyetle ve büyük bir mutlulukla yapardım. O dönemin köy öğretmenliği bir başka idi ve biz bütün bunları büyük bir zevkle yerine getirirdik.
Okulda bir ecza dolabımız vardı; fakat içinde pamuk, tentürdiyot, ispirto ve bir ağrı kesiciden başka bir şey bulunmazdı. Bir gün bir öğrencimiz oyun esnasında düşmüş ve kolunu kırmıştı. Doktora götürmemiz gerekiyordu, ama ne ile? Yol daha yeni yapılıyordu. Çocuğu sırtımıza alarak bir kaç kilometre ilerideki yola götürdük ve orada bir kamyona bindirerek kasabaya vardık. Doktor mu? O zaman bir kasabada ortopedist bulmak mümkün müydü? Bir sınıkçıya gittik ve çocuğun kolunu sardırdık. Allah verdiğinden, sonradan olumsuz bir iz kalmadı.
Beşinci sınıfta okuya İsmail adında bir öğrencim vardı. Yaramaz mı yaramazdı. Ara sınıflarda kalarak geldiğinden yaşı bir hayli ilerlemişti ve bu nedenle de iri yarıydı.
İsmail gerçekten problem bir çocuktu. Zil çalınca sınıfın kapısından değil, penceresinden atlayarak dışarı çıkardı. Sınıfa girdiğimizde de mutlaka ağlayan bir başka çocuğa rastlardık. Onu kimin ağlattığını artık sormaz olmuştuk; çünkü o da İsmail’in sillesinden nasibini alanlardandı.
Kimse onu sevmezdi. Ondan korkmayan öğrenci de yoktu. Zaman zaman veliler okula gelir ve İsmail’den şikâyette bulunurlardı. Kendini şikâyet eden öğrencileri de ev yolunda yakalar ve yine döverdi.
Bizim de öğretmenliğimizin ilk yıllarıydı. Tecrübesizdik. İsmail’e bazı cezalar uygulamamıza rağmen o hâlâ kötü davranışlarında ısrar ediyor, hatta bazen de dozajı kaçırıyordu.
İsmail’i yakından tanıdıkça, onun problem oluşunun nedenlerini de yavaş yavaş anlamaya başladım. İsmail’in iki ağabeyi, bir de ablası vardı. Dört kardeşin en küçükleri idi. Kendisi iki aylık bebekken, babasını, komşusu vurarak öldürmüştü. Annesi de birkaç ay sonra evlenmişti. Onu ve diğer kardeşlerini yaşlı dedeleriyle babaanneleri büyütmüştü.
İsmail büyütülürken, özellikle, dedesi tarafından, babasının öcünü alma hikâyeleriyle büyütülmüştü. Babasının katili hapisten çıkar çıkmaz ona yaşam hakkı tanınmayacaktı. O katil, babasını acımamış ve kurşunları beynine sıkarak kanlar içinde yere sermişti. Babası, kıvrana kıvrana çeşme başında can vermişti. İsmail’in her gün duyduğu şeyler bu ve buna benzer sözlerdi.
O gün de dışarıda kar vardı. Yine okula erken gelerek karda yolları açmış ve sınıfın sobasını da yakmıştım. Biraz sonra çocuklar düşe kalka okula gelmeye başladılar. Onların yüzlerinde ve gözlerinde pırıl pırıl parlayan umudu gördükçe, hayatın doyulmaz tadına varıyordum. Mahrumiyetin hiçbir iz düşümü ruhumu işgal edemiyordu. Bekâr olmama rağmen, onların arasında evlât sevgisini tadıyor ve tüm olumsuzluklar zihnimden silinip gidiyordu.
İyice ısınmış bir sınıfta derse başlamak üzereydik. Özellikle kış mevsiminde pek zil çalmaz, öğrencilerin durumuna göre sınıflara girip çıkardık. O gün de buna benzer bir uygulamayla sınıfta derse başladık.
Dersimiz “ Sosyal Bilgiler”di. Derse başlamadan önce çocukları motive etmek için onlara ya bir hikâye anlatır veya başka bir şey yapardım. O gün de onlara büyüdükleri zaman ne olmak istediklerini sormaya karar verdim. Böylece onların ilgi alanlarını ve yeteneklerini de bir nebze olsun tanımış olacaktım.
Köyün girişine kadar yol yeni gelmişti. Köyün tek kamyonu vardı. Çocuklar okuldan dağılır dağılmaz, o kamyonu görmek için köyün girişine koşarak giderler ve saatlerce orda bekledikten sonra kamyonu görmenin mutluluğunu ertesi gün okulda birbirlerine abartarak anlatmaktan müthiş zevk alırlardı. Özellikle erkekler hep bir ağızdan “şoför” olmak istediklerini söylerlerdi. Okuldaki tek oyun sanki “şoförlük” oyunuydu. Ağızlarından salyalar akıtarak ve arkalarına taktıkları “yolcular”la okulun etrafını defalarca dönerlerdi.
Bu sefer şoförlüğün dışında ne olmak istediklerini soracaktım. Sormaya ön sıradan başladım:
“ Ahmet, sen ne olmak istiyorsun, büyüyünce?
“ doktor, öğretmenim.”
“Ayşe sen?”
“ Öğretmen olmak istiyorum, öğretmenim.”
“ Sen Hasan?”
“ Ben kaptan olmak istiyorum öğretmenim, denizleri gezeceğim.”
Gözüm, arka sırada oturan İsmail’deydi. Sınıftaki arkadaşları da onun ne cevap vereceğini merak ediyorlardı. Söz sırası ona gelmişti.
“İsmail, sen ne olmak istiyorsun?”
Ayağa yavaşça kalktı. Her zamanki laubali halinden eser yoktu üzerinde. Yüzü kızarmış, gözleri yere düşmüştü. Alçak bir sesle:
“ Öğretmenim, ben aşçı olmak istiyorum!”
Sınıfta müthiş bir sessizlik ve çocukların gözlerinde acıma hissi vardı.
“ Neden aşçı olmak istiyorsun İsmail?”
“ Ee… Öğretmenim, bu yaşıma geldim de bir sıcak çorba içemedim ki!...”