1970’li yılların başıydı; öğretmen okulunda öğrenciydik. Yatılı bir okuldu, ben gündüzlü okuyordum. Okuduğumuz yer taşra olduğu için mahrumiyet içindeydik; fakat “mahrumiyet”in ne demek olduğunu da bilmiyorduk; çünkü varlığı tadamamıştık ki, mahrumiyeti bilelim! En güzel hayat, bizim yaşadığımız hayattı, öyle sanıyorduk.
Henüz televizyonla tanışmamıştık. İsmini duyardık, ama kendisini ve tabii yayınlarını da görememiştik. Koca vilayette tek bir tane televizyon yoktu, çatılarda anten gözükmüyordu. Çatılar özgürdü! İnsan, alıştığı şeyin mahkûmudur; daha mahkûmiyetimiz başlamamıştı.
“71 Muhtırası” verilince radyoların başına koştuk. Her saat başı “ajans” dinliyor, her gün gazete alıyorduk. “Komonisler az kalsın ülkemizi işgal edeceklermiş!” Halkın ve hepimizin anlayışı buydu. Okuduğumuz gazeteler, okuldaki sohbet ortamları, öğretmenlerimizin duruşu, halkın anlayışı bu idi.
Bir gün öğretmenlerimizden biri, sınıfa “Terör” isimli bir kitap getirdi ve ondan bir şeyler okudu. Bütün arkadaşlar birbirimizin yüzüne bakakaldık ve fısıltılar başladı; “terör” ne demekti? Bu ismi ilk defa duyuyorduk! Sonra radyoların sürekli yayını, idamlar, “Kızıldere” olayları… derken bir anaforun içine düştük, ama yüzme bilmiyorduk!
Necip Fazıl’ı yeni tanıdığım yıldı; onu içercesine okumaya başlayınca bazı şeyleri fehmeder oldum. Ardından Sezai Karakoç geldi ve bir “medeniyet”imizin var olduğunu bize öğretti. Cemil Meriç düşüncenin labirentlerine soktu beni. Bunların kitaplarını bulunduğumuz şehirde bulamıyor ve sürekli ısmarlıyordum ve geliyordu. Yemiyor içmiyor adeta kitap ısmarlıyordum ve içercesine okuyordum.
Bunları okuyunca ufkum genişledi, adeta ülkeye sığamaz oldum ve ülke dışına zihnen çıkmaya başladım: Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Emine ve Hamiyet Kutub kardeşlerin kitaplarıyla tanıştım. Birinden İslâm’ın toplumsal yönünü, diğerinden psikolojik tarafını; Emine Kutub’tan edebi yönünü ve Hamiyet Kutub’tan da sabır ve cehdi öğrenmeye çalıştım.
Okudukça dünyam daha da açıldı: Mevdudi’yi keşfettim ve delicesine okumaya başladım. Said Havva’nın eserlerini edindim ve “Cündullah”ı çok sevdim. Abdülkadir Udeh, Malik bin Nebi.. derken kütüphanem zenginleşmeye başladı.
Buraya gelmeden önce, başka kitaplar okumuyor değildim.. Mesela, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin’den kitaplar okuyordum. Gizli gizli Nazım Hikmet’ten de kaçamak yapıyordum. Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt okuyarak Yeşilçam aşkını tadıyorduk, hepsi o kadar.
Batı klasiklerini de okumaya çalışıyordum; Sefiller, Suç ve Ceza, Harp ve Sulh, Kanser Koğuşu… gibi romanlar okuyordum. Okudukça kendimden daha bir uzaklaştığımı, yukarıdaki yazarları okuyunca anlıyordum. Ruhumu kalıba dökemiyor ve içim bir kalbur gibi adeta delik deşik olmuştu.
Ne yazık ki okuma serüvenimde yalnız başıma yol almaya çalışıyordum. Okuyan hiçbir arkadaşım yoktu. Tartıştığımız şeyler çok yüzeysel ve gazetelerin yazdıkları idi. Oysa benim okuduklarım başka dünyalardan söz ediyordu. “İnsanlar kıyıcıydı, kitaplara kaçtım.” diyordu ya Cemil Meriç, benim de sığınağım kitaplardı. Gece yarılarına kadar okur, sonra bir kendime gelir ve yumruklarımı sıkar, odanın tavanına bakarak derinden bir “off!” çekerdim! Neden, niçin kitapsever bir arkadaşım yok, diye iç geçirirdim. Okuyan birisi olsaydı onunla sohbet eder, tartışır, dünyalarımızı genişletirdik. Oysa şimdi olan, bir sürü dedikodu, ipe sapa gelmez konuşmalar ve kendimizi doldurmadan gidecek olduğumuz okullar ve bize emanet edilecek çocuklar!..
Okumak, dünyanın en zor işidir! Kelimeler, onlarla dost olmadıkça sana kapılarını açmıyor, sana “Kitabı elime alınca hemen uykum geliyor.” dedirterek senden uzaklaşıyor. Okumak aynı zamanda en ince meslektir; her mesleğin nasıl ki bir ustası, öğreticisi, piri varsa, okumanın da bir ustası vardır ve olmalıdır. Şimdi kitap çok, zaman yok. Bu durumda seçme kitaplar okumalı, ama bu seçkiyi yapacak usta bulmalı. Bir insan, üniversiteyi bitirene kadar yüz seçkin kitap okusun, hayat boyu bunun zenginliğini her alanda yaşar durur.
Anadolu’yu çok dolaştım, dolaşıyorum. Uğradığımız arkadaş evlerinde küçük de olsa bir kitaplık var, ama okunan kitap yok; çünkü kitapların yüzü hiç açılmamış yahut cilt cilt kitaplara hiç dokunulmamış. En iyi niyetle, bazı kitaplar okunmuş, ama yarıya kadar; çünkü alt çizimler ortada bitiyor.
Okuyucularımı, dünyanın en zor olan işine davet ediyorum: OKUYUNUZ! Okumazsanız canınıza okuyacaklar, haberiniz olsun! Yeryüzünün en anlamlı, en tatlı işi okumaktır; hele bir de Besmele ile başlarsa okumak, cenneti dünyada adeta yaşarsınız!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci