ÖLÜM YAZISIDIR; KORKAN OKUMASIN!

D. Ali TAŞÇI

 

 

            “Bu dünyada bir nesneye/ Yanar içim, göynür (içten yanar) özüm,

            Yiğit iken ölenlere/ Gök ekini biçmiş gibi.” (Yunus Emre)

            Hayatın biricik gerçeği ölüm olsa gerek; çünkü her canlı onunla mutlaka karşılaşacaktır. En umulmadık zamanda ya da beklerken can kapımızı çalacak ve izin almadan içeri girecektir. Ona arsız diyorlar, hiç de öyle değil. O, herkesin can rengine göre gelir; kimine arsızca iner, kimine ipekten bir yatak gibi serer sonsuzluğunu.

            Sevgilileri ayırandır, sözü yarıda kesen, en önemli işi bile başlamadan bitirendir.

            Yunus Emre, yiğit iken ölenlere hüzünlenerek, “Gök ekini biçmiş gibi.” diyor. Göklü bir orak, habire yeryüzünde insan ekinini biçmektedir. Biçildikçe onun yerine gelenler ve bu devranın sürüp gitmesi, dünyayı bir ekin tarlası haline getirmektedir. Bu tarlanın mahsulü insandır. Kıyamete kadar da bu hasat devam edecektir.

            “Yunus der ki, gör takdirin işleri / Dökülmüştür kirpikleri kaşları /

            Başları ucunda hece taşları / Ne söylerler, ne bir haber verirler.”

            Ölüm bir yok oluş değil; ama hüzün kervanıdır. Bu kervanda sevdiklerimiz var, bu kervan zamanı gelince bizi de götürür.

            İnsanların dikkatlerini hep görkemli binalar, saraylar, malikaneler çekmiştir de acaba mezarlıklar dikkati çekmede daha mı geri planda durmaktadır? Mezarlıklar, hece taşları yurdudur. Biliyoruz ki hepimizin bu ülkede bir evi vardır. Şu an evimizin adresi bilinmese de bir gün adresimiz bu taşlara yazılacaktır. Bu taşlara, doğum tarihimizle ölüm tarihimiz arasına hayatımız bir “tire” olarak çizilecektir.

            “Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet/ Al sana derya gibi Karacaahmet

            Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde / Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?”

            Necip Fazıl böyle diyor, ölüm bir deniz gibi, her şeyi yutmakta ve mekânları atomlaştırmaktadır. Yoksa insan mezarlıklardan seğirterek kendi gerçeğinden mi kaçmaktadır? İnsan, her şeye koşar da kendi gerçeği ile karşılaşınca ondan kaçar. Hakikatin yumuşak eli bile acıtıcıdır.

            “ Büyük randevu… Bilsem nerede, saat kaçta / Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?” Herkes kesmeye mi kalkışırdı yoksa o ağacı? Tabiatta ağaç kesmekle bitmez, Azrail de can almakla usanmaz.

            Hz. Mevlâna sorar: “ Yabancı kim?”  Cevabını yine kendisi verir: “ Senin toprak cesedin.” İnsan, toprağa düşmekle aslında kendine yabancı olan cesetten kurtulmaktadır. Yabancı yorar insanı, ruhuyla dost olamamış insanlar yorgundur, çünkü cesetle ruh iki yabancıdır. Ne yorgun insanlar dolaşıp durmaktadır aramızda.

            Ne var ki, uzun zaman onunla arkadaşlık kurmuştur, vermiş olduğu kararları bir hizmetçi gibi ona uygulatmıştır. Rüyaya onunla yatmıştır, nice şeylere o tanıklık etmiştir. Ne olursa olsun, her halü kârda bir ayrılık söz konusudur ve her ayrılık hüzün vericidir.

            Ölüm anında yalnız can terk etmeyecektir cesedi, organlarımız da birbirlerine elveda diyeceklerdir; ayaklar ellere, eller gözlere, gözler dile… “ Elveda kardeşim, uzun yıllar birlikte çektik birbirimizin kahrını, mutluluklarımızı da beraber paylaştık. Artık ayrılma vakti geldi ve bir daha bir araya gelemeyeceğiz; haklarımızı helal edelim birbirimize.”

              Bir arkadaşım vardı; kanser sebebiyle sağ bacağı ta oyluğundan itibaren alınmıştı. Ameliyattan sonra bacağını görmek istemiş. “Dehşete kapıldım.” diyordu, “ Benim dışımda bir ben yaşıyordum, adeta. Uzun uzun bacağıma baktım ve saatlerce ağladım. Onu toprağa verdiler. Giderken ayak parmaklarını sallıyor gibiydi.”

            Toprağa gark olmuş nazik tenleri / Söylemeden kalmış tatlı dilleri.”

            Dünyadayken ne kadar sakınırdı soğuktan, sıcaktan. Makyajına dikkat ederdi, aynaya bakmadan sokağa çıkmazdı. Yumuşak, latif, şeffaf bir teni vardı ve onu her şeyden kıskanırdı.

           

            Belki de bir anne, evlâdına “yavrum!” derken iki dizi üzerine çöküvermiş veya bir baba, vasiyetini çocuklarına söyleyemeden gözlerini yummuş. Ya da sevgili, sevgilisine “ Seni çok sevi…” derken, en tatlı sözünü söyleyemeden dili tutulmuş.

            “ Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda / Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda.”

            Yunus: “ Ölümden ne korkarsın / Korkma, ebedi varsın.” diyor. Asıl hayat burada olan değil, ebedi hayat, ötede, ahirette olandır; çünkü orada ölüm yoktur. Ahiret yurdunda ölüm bir koç gibi herkesin huzuruna getirilecek ve orada boğazlanacaktır. Ölüm de ölecek orada. Ölümün öldüğü yerde hasret de bitecek ve gerçek sevgili yüzünün tülünü açacaktır.

            Mevlâna ölüm anına “Şeb-i arus” diyor, yani “düğün gecesi.” Düğün gecesi, sevgiliyi sevgiliye kavuşturur. Sevgilinin sevgiliye kavuşma ânı hiç ürkütücü olabilir mi? Mahşer günü herkes sevgilisiyle dirilecektir. Sevgili Allah ise, cennet vuslat yeri olacak; değilse, cehennem hasret yurdu olarak aleviyle can evini yalayacaktır.

            Ölümün bir yüzü vuslattır, diğer yüzü hasret. Bir şölendir ölüm, bir yangın yeri.

            “Ben yürürüm yane yane / Aşk boyadı beni kane.”

            Aşk kimi boyamışsa, onun için ölüm vuslat olur; kime de uzak kalmışsa, ateş olur ona ölüm, hasret olur. Aşkın boyası, Allah’ın boyasıdır (Sıbğatullah). Kim onunla boyanmışsa, o hiç silinmeyecek; çünkü o can boyasıdır. Ölüm, bedenin boyalarını siler, ruha el atamaz ölüm.

            Çakalın biri, ormanda yürürken boya çukuruna düşmüş. Çukurdan çıkınca renk cümbüşü vücuduna bakarak şaşırmış ve kendini tanımakta zorlanmış. Ormandaki hayvanlar da ona bir olağanüstülük verince, aslan bile ondan çekinir olmuş. Çakal da ne oldum delisi gibi, ormanda ulumasına daha bir sırlı hava katmış. Ne var ki, çakalın saltanatı uzun sürmemiş; yağan yağmur, onun tüm foyasını ortaya çıkarmış; rezillikten ve ölümden kurtulamamış.

            Dünya yağmuru, ceset boyamızı alıp götürürken, ruh boyasıdır ki, ebedî parlaklığını sürdürecektir. Ölüm, ancak ceset boyalarını yutar. Ruh boyası onun gırtlağından geçemez.

            “Bu dünyaya gelen göçer / Gelen göçer, konan göçer.”

            Halk arasında biraz meczup gibi bilinen Behlül Dânâ, Padişah Harun Reşit’in sarayına girer ve tahtına oturur. Bunu gören Harun Reşit, “Senin ne işin var burada?” diyerek Behlül’e kızar. Behlül: “ Ben buraya konaklamaya geldim; bir akşam kalıp gideceğim.” diye cevap verir. Harun reşit daha çok kızar : “ Be adam, burası padişah sarayı, han değil ki bir akşam kalasın!” Behlül hiç istifini bozmaz:

            “ Padişahım, sizden önce bu sarayda kim vardı?” “ Babam”

            “ Ondan önce?” “ Dedem”

            Behlül taşı gediğine kor: “ Onlar şimdi nerdeler? Buraya konup göçmediler mi? Ee, konup göçülen yer, han değilse, nedir?”

            Ölüm ayrılık habercisi, mezarlıklar da hasret yurtlarıdır.

            “ Bu dünyaya gelenlerin, hiç firakı dinmez imiş.”

            Padişah rüya görmüş, rüyasını tabircilere yorumlatmış: “ Efendimiz, evlatlarınızın ölümünü göreceksiniz!” Bunu diyen tüm tabircilerin boynu vurulmuş. Sonunda, pabucun pahalı olduğunu öğrenen yorumcu gelmiş ve huzura çıkarak padişaha şöyle demiş:

            “ Efendimiz, hiçbir evladınız, sizin ölüm acınızı çekmeyecek!” Kurtulmuş!

            Nereye gidersek gidelim ölümden kurtuluş yoktur: “ Ne yoksul der, esirger /

Ne büyüğe hürmet eder.” Zengin, yoksul; büyük, küçük demez, sırası gelen herkesi tahta ata bindirerek götürür ve ardından gözyaşı, hasret bırakır.

            “Kimisi kardaş deyuben yulunur / Oğul diyenlerin bağrı delinir

            Hep kamu dertlere çare bulunur / Ölüm, sana niçin çare bulunmaz?”

            İnsanı diz üstü yere çökertir. İnsanlar onu unutmak için çareler ararlar; çünkü o, zevkleri yok edendir. Peygamber efendimiz; “ Zevkleri yok eden ölümü çokça anınız.” buyuruyor. İnsan, gerçeğinden mi kaçıyor?

            Korku, endişenin çocuğudur. Bir şey zihninizde net ise, ondan korkmazsınız. Ölümü ruhlarında netleştirenler, ondan korkmazlar.

            “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”

            Ölümün korkusunu yenen insanlar, güçlü insanlardır. Tarihte güçlü görünen Firavun gibi, Nemrut, Şeddat, Neron gibi zorba hükümdarlar geldi, ama hepsiyle ölüm adeta dalga geçti. Ölümün eli ağırdır, fakat sevgiliye ipek bir el gibi yumuşak olarak gelir. Sevgililer Sevgilisi dünyayı terk ederken, “ Yüce Dost’a” demedi mi? Ölüm, sevgiliyle kavuşma olunca bunun adına “hüsran” değil, “vuslat” derler.

            “Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun / Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.”

            Esasen, ölümün olduğu yerde özgürlükten söz edilemez; çünkü o, her şeye karışmaktadır. Ancak ölümü öldürenler özgürlüğe ererler. Ölümü öldürmek için, ölümü Yaratan’a kul olmak gerek. Kul olmak, özgür olmaktır ve kolay değildir. “ Dövene elsiz gerek/ Sövene dilsiz gerek/ Derviş gönülsüz gerek/ Sen derviş olamazsın.” Bu bir niyet, aşk, ömür ve nasip işidir.

            İnsan haberlerin özetidir; ölüm ise insanın özeti. Hayat, ölüme adım adım giden bir yolcu. Nereye giderseniz gidiniz ölümle karşılaşacaksınız. Yine de ondan kaçış neden? Ölümden kaçışımız, aslında kendimizden, belki de iyi yaşanmamış hayatımızdan mı kaçıştır? Ya da gidecek olduğumuz yeri içimizde tam netleştirememek! Mevlâna, “Ölüm herkese kendi renginde gelir.” diyor. Kendi rengimizi mi beğenmiyoruz?

            “ Gözlerim müebbette / Günü gelir elbette / Gelir, Melek nöbette / Safa geldi, hoş geldi.” (N. Fazıl)

            Ölenler şehid olmuşlarsa – ki bunu ancak Allah bilir- mübarek olsun şehadetleri.

 

           D.Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com)  Twitter:@DAliTasci