Evlere, konaklara, villalara, araba koltuklarına bağlı olarak yaşam sürdüren insanlar ne kadar zavallıdır. Onların bütün hikâyeleri taş, toprak, demir üzerinedir. Bu nedenle de kalpleri taşlaşmış, gönülleri yosun tutmuştur.
Dünya yurdunu dolaşan insanın görebilecek olduğu şeyler bellidir: Toprak, su, hava, ateş; fakat gönül yurdunu ziyaret edenler öyle midir, onlar orada Rableriyle karşılaşır. Ne karşılaşmadır o, evrensel mutluluğun nağmeleriyle gönül sermest olur, varlık denilen şey, bir damla su gibi buharlaşır gider. Bundan sonra Mirac’ın kalp atışlarıdır duyulan. Bundan sonra, kulluğun azametli yürüyüşüdür.
Doksan yaşlarında ölen bir İbrahim dede vardı. Ona “ Koşa İbrahim” derlerdi. Doksan yıl köyünden, hatta evinin etrafından dışarı hiç çıkmamış. Ben de onu tanıdım, hoş bir insandı. Bir gün ona sordum: “ Bunca yıldır hiçbir yere gitmedin. Çarşıda, pazarda oturup birisiyle çay içmedin. Allah sağlığını pekiştirsin, doktora da ihtiyaç duymadın. Peki, evde oturmaktan sıkılmıyor musun?”
Verdiği cevap harikaydı:
“Evlat, benim dünyam burası, bu ev ve çevresi. Başka yerleri tanımıyorum ki, oraları özleyeyim de canım sıkılsın!”
Allah’ı tanımayan O’nu niçin özlesin? Peygamberi tanımayan, O’nun insani davranışlarını bilmiyor ki, onları özlesin ve yapsın. Neyi özlüyorsak, kimliğimiz onun içinde saklıdır. Taşı, toprağı özleyene, ötede taştan, topraktan başka bir şey verileceğini mi sanıyor? Ama Allah’ı özleyene Allah: “ Hoş geldin ey kulum!” diyecek.
Dünyada neleri tanıdın, neleri; ama Allah’ı tanımadıysan, sen neyi tanımışsın ki? “ Bilgin”sin ha? “ Bilmekten mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir.”
Kıymetimiz, özlemlerimizin içinde saklı. Taşı özleyen kalple, Rabbini özleyen kalp aynı kefeye konabilir mi? Arif odur ki, Rabbani kalple taş kalbi ayırt edebilir. Erenler gönülleri gezerler, onlar konaklara bağlı değillerdir.
Bugün gönül ehli geri tarafta gözüküyor. Bir gün ölüm borusu çaldığında ve “ dön geri” dendiğinde, bugün geride duranlar yarının sultanı olduğunda, üzülenler de sevinenler de sonsuza dek aynı şeyi yaşayacaklardır. Ölüm, hayatı tersine döndüren en büyük komuttur.
İsmi tanımlarken, “ Varlıkları ve kavramları karşılayan kelimelerdir.” denir. Varlık, beş duyunun algıladığı somut sözcüklerdir. Kavram ise, beş duyunun dışında, zihnimizin algıladığı soyut kelimelerdir. Varlık somut, kavram soyuttur.
Din bir soyutlamadır. Somuttan soyuta geçememiş insan putperesttir. Putperest, yani taşa, toprağa, demire tapan. Aslında bir taşa tapanla, zihninde kavramsal dünyalar kuramamış insan arasında ne fark vardır ki?
Öğrenmede “ Somuttan soyuta” ilkesi önemlidir. Bu ilke, dördüncü sınıftan itibaren uygulamaya konur; çünkü çocuk, dördüncü sınıfa kadar somut algıların ötesine geçemez.
Dünyanın peşinden koşan insanlar, her yaşta çocuk kalmış insanlardır. Ne var ki bunlar sorumlu çocuklardır. Allah buyurmuyor mu “ Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” diye.
Çocuk, oyunu sever, bu onun doğal hakkıdır. Fakat yetişkin insan oyundaysa, burada bir problem var demektir. O problem, soyutu ( mücerret) kavrayamamak demektir. Durum bu olunca düşünce sekteye uğrar; çünkü düşünce, soyut algının çocuğudur. “ Bir saat tefekkür, yetmiş yıllık ibadetten hayırlıdır.” Peygamber sözünün önemini anlıyor muyuz? İşte bu anlayış, onu putperest olmaktan uzak tutar.
İnsanı tanımanın ve dolayısıyla varlıkla yüzleşmenin biricik yolu, kavramsal düşüncedir. Büyük büyük adamlar görürsünüz, saatlerce konuşurlar, fakat ceviz kabuğunu doldurmaz bu konuşmaları, çünkü bütün hikâyeleri, deniz kenarındaki çakıl taşlarını tek tek anlatmaktır. Onlar, çakılın kumsallaşmış ayna rüyasından ve aynaya düşen siluetten söz edemezler, çünkü taş kalmışlardır, beş duyunun ötesine geçememişlerdir. Bir hiç. Rahmetli Necip Fazıl bunun için, “ Amerika: Muhteşem hiç!” demişti.
“Başka yerleri tanımıyorum ki oraları özleyeyim.”
Taştan, topraktan kurtulmadıkça özlemlerimizin yönü putlara dönüktür. Kalp dünyadan boşalmadıkça, aşk tohumu orada filiz vermeyecektir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci