“ Bir gün Yahya Kemal’e şu gülünç suali sorduklarını işittim: “ Ne zaman şair olduğunuza inandınız?..” Yahya kemal hiç tereddüt etmeden “ Türkçeyi hissettiğim zaman!..” cevabını verdi. Hiçbir söz onun şiirini bu kadar iyi izah etmez.” (A. Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 24, Dergâh yay. 1977)
Psikologlar, insan birine karşı kızınca, sinirlenince el parmaklarına doğru sinir sisteminin baskı yaptığını ve karşıdakine vurma ihtiyacı hissettiğini söylerler. Bir dili içten hissetmek, derinden duymak öyle kolay iş değildir. Sevgi ve nefretler, umut ve umutsuzluklar; paralel ve zıt kavramlar zihinlerde birikir, uzun zaman orada demlenir. An gelir doğum vakti çatar ve zihnin yumrukları, kelimeleri satırlara savurur. Kaydedilen düşünce, görüş, mısra ve davranış artık belli bir kültürün ürünüdür. İnsan kültürünü yaşayarak hayata nakşeder, yazarak kelimelere döker. Sancısını çekmeden doğan çocuk sizin değildir.
Şair, bu demlenmiş duygularını, yani hissettiği hayatı satırlarına yansıtır. İşte bu satırlar şiirdir. Dost kelimeleri kültür havuzunda eriterek yeni mânalar inşa eder ve orijinal bir kimlik orta yere çıkarır. Bir sanat eseri, bağlı bulunduğu medeniyetin damgasını üzerinde taşımıyorsa, o nevzuhurdur ve sanat adına bir değere haiz değildir. Mimar Sinan’ın Selimiye Camisiyle Saint Pierre’in kilisesi arasında bir fark yoksa her ikisi de sanattan mahrum demektir. Oysa her ikisi de bağlı bulundukları medeniyetin mührünü üzerlerinde taşır. Böyle olunca da buralara giren insanlar, medeniyet anlayışlarına göre bu eserlerden derin zevk alırlar.
“Bir ben vardır bende, benden içeru.” diyen Yunus’un medeniyet havzasını bilmeden, tasavvufun derin sularında kulaç atmadan bu mısra basit kalır ve Yunus anlaşılamaz. Promete hikâyesini benim anlamamla bir Yunanlı veya Batılı’nın anlaması asla aynı değildir ve olamaz; çünkü benim medeniyet algımla onların uygarlık anlayışları farklı kanallarda akmaktadır. Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n Necat” (Mevlid) Naat’ını inşa becerisini hiçbir Batılı gösteremez. Bu, onların zaafı da değildir; çünkü onların iklimi farklıdır.
Yaşanan hayat, inanç manzumesi ve yaşam algısı zihin dünyamızı oluşturur. Bizi bunlar duygulandırır, bunlar öfkelendirir; gülüşümüz ve ağlayışımız bunların yansımasına bağlıdır. Şair, bütün bunları zihninde, hayalinde harmanlayarak mısralara yansıtır. Bu mısraları okuduğumuz zaman içimizden “hımm!..” edebiliyorsak, bu mısralar şiirdir ve bizi bir yerlere, yani medeniyet havzamıza çıkarıyor demektir.
Şiir işte bu “hımm” anlamsızına sarılı ve derin anlamlı gökçe çiçektir. Bu çiçek her bahçede, her iklimde yetişmez; onun vatanı şairin derin dünyasıdır. Bazen bu çiçek uzun zaman filiz vermeyebilir; bu durumda da şair anlaşılamaz. Medeniyet havzalarından beslenen şair ve düşünürler çoğu zaman yaşadıkları devirlerde anlaşılmakta zorlanmışlardır, hatta anlaşılmamışlardır. Bunun nedeni, yaşadıkları çağın somut ve basit anlam yüklü kelimeleriyle konuşmamalarındandır. Baudelaire bile Fransa’da öldükten otuz kırk sene sonra anlaşılmıştır. Bizler Necip Fazıl’ı, Cemil Meriç’i, Sezai Karakoç’u ne kadar anlayabilmişiz ki?
Sabah güneşi henüz dünyayı döllemeye başlamadan, ruhları dölleyen ezan sesiyle uyanan bir çocukla, çan sesleri arasında gözlerini dünyaya açan çocuğun dünyaya bakışı, sanat anlayışı, duygu ve düşünceleri elbette bir olamaz. Öyleyse sanatın en evrensel duruşunu, kendi medeniyetinin mührünü üzerinde taşıyarak, insanlara orijinal kimliğini tanıtmasında aramalıyız. Taklidin iğrençliğine bürünerek orta yere sürülen hiçbir yapıt sanat eseri olamaz. Sanat eserine baktığım veya o eseri duyduğum zaman, beni yoğuran kültürümü zihnimden boşaltamıyorsa o, medeniyetimin ürünü değil demektir. Bunların yoğun bir şekilde ülke coğrafyamda geziniyor olması, insanlarımın kimliğiyle de ilgilidir. Kimlik bunalımı yaşayan hangi millet, dünyaya bir nefes üfleyebilmiştir ki? Bugünkü halimizin bir kimlik buhranı olmadığını kim söyleyebilir?
Dili derinliğine duymadan o dille şiir yazılamaz. Şiiri bırakalım, türkü bile söylenemez. Hangi dil, ağız dilinizde kelime kaymaklarına bürünebiliyorsa, siz o dilin şairisiniz. Kelimeler adeta dilinizde rüya görür ve hayaller hakikatlere bürünür. Yahya Kemal boşuna söylemiyor:
“ Yürü!. Hür maviliğin bittiği son hadde kadar!../ İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar!”
Rüyalarımız bile medeniyetimizin havzasının boşalmasıyla ilgili; bir Müslüman rüyasında Buda’yı değil ama Peygamber’imizi görür. Hayallerimiz de kültür ve medeniyetimizle doğru orantılı olarak büyür.
Dilin bütün incelikleri ve büyüsü şiirde yansır; çünkü şiir bir ince sanattır. Büyü, bağlı bulunulan medeniyetin anlam taşmasıdır. Bu nedenle bir başka dile, aynı taşmayla tercüme edilmesi mümkün değildir.
Şair, kelimeleri toprak yerine gönüllere eker; o bir gönül işçisidir. Mevsim bahar olunca bu kelimeler çiçek verir ve bahçe adeta alevlenir. Bu bahçenin kokusu ve görüntüsüyle büyüyenler bir millet oluşturur. İslam bahçemiz yıllar yılıdır tarumar olduğundan mis kokulara hasret kalmışız ve göz zevkimizle birlikte gönül zevkimizi yani sanat tutkunluğumuzu da kaybetmişiz. Dünyada yaşayan insanlara ruhumuzu yontup güzelliğimizi gösterene kadar da boynu büküklüğümüz ve şaşkınlığımız devam edecektir. Bütün İstanbul’u kaynatsanız, bir Süleymaniye’nin; bir Sultanahmet’in, Selimiye’nin… ruhunu diriltmek bir yana, onları yaralamaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. Bu kadar kendinden uzaklaşan, adeta kendi kendine düşman kesilen bir toplumun “paralel” değil, yamuk yapıları hiç eksik olmaz.