Bir pazar sabahı kilisede çanlar çalınırken, hastanenin bir odasında "ınga…. Inga!.." sesiyle selamladı dünyayı, Peter.
Hava sisliydi ve varlığı, annesinden başka kimseyi ilgilendirmiyordu.
İlkokula gidene kadar kreşlerde büyüdü Peter. Arada bir evine geldiği zaman, ona sadece evin köpeği Boby arkadaşlık etti. Babasını hiç tanımadı. Zaten tanıma şansı da yoktu, çünkü annesi bile onun kim olduğunu bilmiyordu. Annesini tanımıştı da ne olmuştu sanki? Onu da doya doya göremedi, sevemedi. Peter kollarını açıp "Anneciğim" diye koşarak boğazına sarılabilecek bir annenin varlığından hep yoksun büyüdü. Minnacık gözlerinden akan yaşları silecek bir anne merhametini hiç tadamadı. Fıtratına kodlanmış "sevgi, şefkat, merhamet,… " gibi insani duygularına, çocukluğunda bir bahçe kurulamadı.
Peter, on altı yaşına kadar yatılı okullarda okudu. Okul ona beş duyusunu iyi tanıttı. Beş duyu konusunda duyarlıydı. Zaman zaman arkadaşlarıyla yapmış oldukları toplantılarda beş duyunun ötesine geçmeyi deniyor ve bu deneyim de çok hoşuna gidiyordu. Esrar içiyorlar, topluca başka şeyler de yapıyorlar ve "gençliğin tadını çıkarıyor"lardı.
Peter üniversiteye geldiği zaman "annesi" denilen kadınla olan zayıf ilişkilerini de tamamen kopardı. Şimdi "büsbütün özgür"dü. Zaten üniversite özgür bir ortam değil miydi?
Bir kız arkadaşıyla aynı odayı paylaşmasına rağmen, iç dünyasında bir yalnızlık ve boşluk hissettiğini zaman zaman dile getirirdi. Hele hele sokakta, markette annesinin elini tutmuş veya babasıyla güle oynaya yürüyen bir çocuk görse; içinde tanımlayamadığı bir acı, bir burkulma duyar, gözlerini çocuklardan kaçırır, yere bakardı.
Peter'e yaşamı boyunca "yavrum" diyerek onu bağrına basan bir kadın olmadı. Başını okşayıp yüzüne gülümseyecek bir babadan mahrum büyüdü. Karşı cinsine karşı yüzü kızaramadı, bacakları titreyemedi, dili tutulamadı, uyuyamadığı geceler olmadı. Her şey o kadar açık ve gizemden uzaktı ki!.. Yaşamı boyunca sır kapısından içeri hiç bakamadı, heyecanlanamadı. Aşkın pınarından içip can bulmak yerine, cinselliğin denizinden susuzluğunu gidermeye çalıştı. İçtikçe susadı, susadıkça içti…
Çocukluğundan beri acımaya fırsat bulamadı. "İyilik" denen olguyla hiç karşılaşamadı. Paylaşmanın zevkini hiç tadamadı. (Her şey Alman usulüydü.) Birine yardım etmek gibi bir çabanın içine giremedi, çünkü yaşadığı toplum buna izin vermiyordu. Sigorta şirketlerine ısmarlanmıştı "merhamet ve yardım". Her şey bir kurumun güvencesindeydi; hayat bile sigortalıydı. Bankalar yaşamı hızlandırıyor, hayat baş döndürüyordu. Kalorifer sıcaklığı, anne sıcaklığını bastırıyordu. Kalorifer sıcaklığını ölçen termometreler vardı, ama anne sıcaklığını ölçebilen alet yoktu. Beş duyuya hitap etmeyen, hangi gerçek olabilirdi?
Peter; ülkesinin başında yönetici şimdi. Aşkla, şevkle "demokrasi"yi savunuyor. Demokrasinin, annesi olduğunu söylüyor. O, dünya çapında bir demokrat. Olmak zorunda, çünkü çocukluğu, yetişme tarzı (geleneği) ona bunu dayatıyor. Ülkesinin refahı için daha nice ülkeler işgal edebileceğini her fırsatta dile getiriyor. Bu söylemi; iyi de bir seçim yatırımı oluyor. Seçim demokrasinin "vazgeçilmez"i değil midir?
Peter müthiş bir insan hakları savunucusu; evinin içinde birinin burnu kanasın, dünyayı herkesin başına geçirir. Ülkesinin başına yönetici olarak oturduğu zaman, elini İncil'e basarak, Haç'ın zaferi için elinden gelen her şeyi yapacağına dair yemin etti.
ALİ Mİ?
Ali; besmeleyle annesinin rahmine düştü. Sabah ezanı okunurken doğdu. Doğar doğmaz, sol kulağına kamet, sağ kulağına ezan okundu. Annesi haram lokma yemeden ve Ali'ye yedirmeden onu büyüttü. Babası; Ali'ye "yavrum" dediği zaman, Ali'nin ağzı kulaklarına kadar geriliyordu. Kardeşleriyle ve arkadaşlarıyla elindekini paylaşmanın zevkini doya doya yaşadı. Üniversite yıllarında bir vakıfta görev alarak, fakir arkadaşlarının yardımına koşuyordu. Karanlıklar içinde kalan gariplere bir güneş gibi doğdu, onların dualarını aldı, onlarla birlikte ağlamanın mutluluğunu tattı. Şehvetini yenmek için az yedi, oruç tuttu.
Ali daha doğduğu zaman fıtratına bahçe bulmuştu. Bu bahçede büyümüş, serpilmişti; insanlarla tanışmış, evrenle bütünleşmişti. İnsanlara yardım etmek, düşeni kaldırmak, ağlayanın gözyaşını silmek, "komşusu açken tok yatmamak", insanlarla bütünleşmek zaten onun inancının, hayat algısının gereğiydi.
Bir insanı öldürmektense, bin kere ölmeyi hayat felsefesi olarak benimsemişti. "Hakk" dendiği zaman uykuları kaçıyordu. İnsanı yaratılmışların en üstünü olarak görüyordu.
"Demokrasi" sözünden Ali pek bir şey anlamıyordu. "Demokrasi" dendiği zaman nedense Irak, Afganistan, Filistin aklına geliyor, zihninde petrol boruları, ardı ardınca alevleniyordu. "Demokrat" denilince de önce Peter gözünün önüne geliyor, sonra da post modern saraylarda, gökdelenlerde, plazalarda yaşayan insanları hatırlıyordu. Demokrasiyi duydukça Ali, elini boğazına götürür, ümüğüne parmak ucunu bastırır, boğulur gibi olur, boğazından hırıltılar çıkarır ve "Dirilişi olmayan bir ölüm ne kötüdür" derdi.
Ali de ülkesinin idarecisi olma yolunda. O, vatanı, insanların fıtratlarına uygun olarak kurulan bir bahçe olarak düşünüyor. Halkı da "Hakk'ın" tecellisinin yansıdığı yer olarak biliyor. Onun dünyasında: "Gül alırlar, gül satarlar/ Çarşı pazarı güldür, gül". Onun dünyasında Medine var, Hiroşima yok. Kudüs var, Washington yok. İstanbul var, Paris yok.
Peter, Firavun sarayında; Ali hayat Mısır'ının zindanında. Peter kral; Ali, Yusuf suretinde… Peter demokrat; Ali mü'min. Peter'in demokrasisi var; Ali'nin aşkı. Peter uygar; Ali medeni…
Hayatı aşkla sulamayanlar, yaşama susuz kalmışlardır. Peter'in demokrasisi, Ali'nin aşkını şimdilik anlama şansına sahip değil. Yazık!...