ŞAİRİN DAMITILAN RUHUDUR, ŞİİR

D. Ali TAŞÇI

 


Sözcükler ve şair... Gül ve bülbül kıvamında. Şair sözcüklere vurgun, bülbül güle. Birinin sırrı harflerin ördüğü mısralarda, ötekinin gülde. Kelimeler şairin beyninde alevlenir; gül, bülbülün diline vurur.


Şiir, ruhun “hayal” adlı örsünde, beyindeki sözcüklerin akılla dövülüp, gönül meydanına mısra halinde sunulan sır yumağıdır.


Şiir, ateşle evlenen şairlere, rüyalarında sunulan sudur. Şiir, dilinde sözcükler donan şairlere, üflenen ateştir. Şiir, yaşamın her görüntüsünün aynası, her renginin fırçası, her oluşunun mihenk taşıdır. Ve şiir, yalnızca şiirdir. Onun asla yedeği yoktur, özgünlük dışında bir evde de barınamaz. Bir kez doğar; ölümü, insanlığın ölümüyledir. Uzun yaşar, saraylarda yaşar; ama dünyanın bütün kulübelerini dolaşmaktan da müthiş zevk alır. Halk ona dokunamaz; fakat o, halkın kalbine kadar girer.

 

 Bütün bu söylediklerimize rağmen şiir tanımsızdır. Şiir, yalnızca tanımdan nefret eder, çünkü ruhun tanımı yoktur, onun vatanı ruhtur. Ruhtan ilham almayan, derûnu olmayan sözcüklerle şiir yazılamaz. Okunduğunda “hımm!” yaptıran mısralar şiir yüklüdür. Şair, ölü kelimeleri dirilten, İsa nefesli insandır.


Şair, ruhuyla tanışan insandır. Şiir yazma anı, ruhla yüzleşme anıdır ve zor bir andır; çünkü ruhun ve sözcüklerin şakası yoktur. Şair, bu yüzleşmeyi sürekli kılmak için kelimeleri mısralarına kazır.


Şair; beyniyle ruhun evliliğinden döl almış sözcükler doğuran ve onları mısralarına kazıyan insandır. Şair, şiir sancısına tutulduğu zaman onu doğuramamışsa ruhu alevlenir.


Her şiir bir heyelandır, ruh dağının koynundaki elmaslar onunla gün yüzüne çıkar.
Şair, sözcük bahçesine, ayak parmaklarının ucuna basarak girer; her sözcük, uyuyan prenses kadar hassas, bir gül kadar narin ve zariftir.


Şairin dilinde sözcükler su gibi her zeminin ve iklimin şekline ve rengine bürünür. Şair eğer bir zihin okyanusuna sahip değilse, evrensel dili yakalayamaz. Evet, şiir evrensel bir dildir. Çünkü şiir, renk ve şekil farklılığı taşıyan kap değil, içindeki sudur. İdeolojinin şiiri olabilir, fakat şiirin ideolojisi olamaz. O, suyun tadıdır, gökkuşağının renkleridir, toprak kıvamındadır.
Şair, şiirindeki sözcüklerinin sırlarını ele vermez. Şiir odası, gelin odası gibidir, şairden (damat) başka oraya kimse giremez.


Şair her zaman sözcüklerin ardına düşmez. Şair, onurlu ve zor adamdır. Kelimeler, bazen şairin alevlenen ruhuna bir pervane gibi saldırabilir. Sözcükleri delirtecek ruha sahiptir şairler. En som şiir, sözcüklerin saldırısına uğrayan ruhun kan izleriyle yazılan şiirdir. Şiirin ayak izlerinde her zaman kan vardır. Bu kan, doğum kanı da olabilir, ölüm kanı da; sonuçta yaşamın kanıdır.


Şairin gönlü arı kovanı gibidir; oradaki binlerce sözcükten şiir balını yapar. Gönlünün bahçesinde kelimeler çiçek açmamışsa, şiir balı oluşmaz. Bunun için bahara ihtiyaç vardır.


Şiir, geleneğin ve medeniyetin ürünüdür. Baharsız çiçek açmadığı gibi, geleneğin sinesinde pişmeyen sözcüklerden, medeniyet şiiri meydana gelmez. Anasız çocuk mu var ki, medeniyetsiz şiir olsun? Büyük şairler hep baharla birlikte doğmuşlardır. Mağarada hüzünle, kasvetle, çileyle ve sabırla demlenen kelimeler, bir bahar mevsimi, insanlık bahçesine çiçek olarak açar: Bir Yunus, Mevlâna, Baki, Fuzûli, Karacaoğlan, Necip Fazıl... olur, karşımıza çıkarlar.
 

Sözcüklerin çokluğundan, şiirin birliğine ulaşamayana şair dememek lâzımdır. Gerçek şiir, kendi içinde “yabancı” kelime barındırmaz. Şiirde kelime o kadar yok olmuştur ki, adeta bütün şiir tek bir kelime olarak karşımıza çıkmıştır: Şiir...


Medeniyet, hayatı bütün yönleriyle ve derinliğine kavramanın ve yaşamanın adı olsa gerek. Şiir, medeniyetin en nâzenin çocuğudur. Bağlı bulunduğu medeniyet beşiğinde büyümeyen şiirin evrensel bir temeli yoktur ve olamaz.


Her kelimeyle şiir yazılabilir, ancak medeniyet örsünden geçmeyen sözcüklerle şaheser şiirler ortaya çıkarılamaz. Her taştan cami yapılabilir, ama Selimiye Camii’nin taşları “her taş” değildir. Onlar, Mimar Sinan’ın elleriyle, tarihin koynunda bir sevgili gibi okşanarak günümüze kadar gelmişlerdir. Onlar artık taş değil, bir medeniyet ruhudur ki, her devire ölümsüz ruhlarını üfler durur.


Her ırmak akar, ama Yunus’un ırmakları “Allah deyu” akar. Herkes sevebilir, bir Leyla bulabilir, fakat Fuzûli’nin “Leyla ve Mecnun”u ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Medeniyet eserleri; bize, geçmişi dayanak yaparken (gelenek), geleceğe de ışık tuttukları için “medeniyet eserleri” olmuşlardır.


Sözcükler, tarihi süreç içerisinde pişerek olgunlaşır. Zaman, kelimeleri pişiren önemli bir kazandır. Zaman kazanında pişmemiş, medeniyet kokusu almamış kelimelerle “şaheser” şiir nasıl yazılsın? Dil, tarih ve kültürel süreç içerisinde doğal gelişimini sürdürememişse, o dilden doğacak olan şiir, aşılanmamış yaban armudu (ahlat) gibi acı olacaktır. Şair, ahlatları aşılamaya çalışır durur.


Şairin dünyasında toprakla altın aynı değerdedir; çünkü o kabukta kaybolmaz, öze inmeye çalışır. Bütün renkler hareket ettikçe “beyaz”a bürünürler. Öz beyazdır. Şair, öze indikçe bütün sözcüklerin İNSAN’a büründüğünü görür. Çokluk içinde birliğin çarpıcı zevkine ve uyumuna erer; birlikten, sonsuz çokluk doğurarak hayatı zenginleştirir. Bu nedenle şair, yaşama müdahale etmez, onu size fark ettirir. Şair, farkında olan insandır. Şiir de bir fark etme, fark ettirme sanatıdır. O nedenle şiir hayattır, hayatidir, hayattandır.


Şair ve şiir... Gül ve bülbül gibi ayrılmaz ikili. İki dost. Şiir bir korunak, sığınak; şair, gönlü evren kadar büyük bir sığınmacı. Şairi kim kuşatabilir, şiirden başka?


Şairin damıtılan ruhudur şiir.

 

          D.Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter: @DAliTasci