Necip Fazıl, yakın arkadaşı ressam Abidin Dino’ya: “Abidin, niçin inanmıyorsun? İnansana!” deyince, Abidin Dino’nun verdiği cevap hem çok derin ve hem de yürek paralayıcıdır:
“Necip, inan demek kolay; ama bir inanırsam, başımı ölene dek secdeden kaldıramam! Buna da cesaretim yok!”
Eskiden inanmayanların bile cins kafa yapıları vardı ve sizi düşünceye sevk ediyorlardı. Şimdi inkârın da cılkını çıkardılar. Be yavrum, hangi düşünce evrelerinden geçerek inançsızlığı seçtin? Çilesini çektin mi düşüncenin? Beynin kanar gibi zonkladı mı hiç? Varlığınla baş başa kalıp günlerce, aylarca hatta yıllarca ve belki bir ömür cedelleştin mi, beynini kemiren kezzap yüklü düşüncelerle? Beynindeki kaç kelimeyle inkâr ediyorsun; sözcükleri ateşleyip, sözlükleri tutuşturdun mu?
Existansialisme/ Varoluşçu felsefenin beyni alevlenmiş temsilcilerinden J. Paul Sartre, düşüncenin Everest Tepesi’ne çıkarak “hayat abestir” demişti. Senin sesini ne tepelerden duyabiliyorum, ne vadilerden.
Seni anlamaya çalışıyorum; gençsin, uçarısın, arkadaş çevrende öne çıkmaya çalışıyorsun. Karşı cinse meylin ele avuca sığmayacak kadar ileride. Bu duygularını terbiye edecek olan “din” sana adeta düşman gözüküyor. “Günah- sevap” kavramları sana çok uzak. Bu kavramları ne ailenin içinde gördün, ne okuduğun okullarda. Ne şeytanı tanıdın, ne de çevrende dolanıp duran insan şeytanlarını. Yalnız kalıp kendini tanıma sürecini de teknolojiye yenik düşerek kaybettin. İnternet ortamı sana sonsuz şehvet panayırı açtığında, almış olduğun uyuşturucunun da tesiriyle, kendini bulutların üzerinde uçuyor sandın. Önündeki üç beş nevalenin adını sayabilecek kadar kelimelerin yok. Senden duyduklarım boşluğun sesidir ve o ses yürek paralayıcıdır.
Yalnızsın yavrum! Yalnız doğdun ve yalnız öleceksin. İki yalnızlık arasındaki kalabalıklar seni aldatmasın. Bir gün dağlara çık; yaylalarda renk renk açan çiçekleri seyret. Göklere doğru uzanan ağaçlara bakarak düşüncelere dal. Kuş seslerini, kurbağa seslerini dinle. Daha yukarıları gözetle; oralarda taştan başka bir şey olmadığını göreceksin. Nefsinden geçmedikçe, şeytana boykot etmedikçe, dağlar, sana zirveye çıkamayacağını fısıldayacak. Dağları ve taşları Yaratan Rabbin sana şunu söylüyor:
“ Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara Suresi, 74)
Sen düşüncenin, akletmenin yolunu tut. Kolay insan olma, kolay lokma olursan seni her aç kurt yutar, yavrum. İnanıyorum ki, kalbin taştan katı değildir. Taş, “Allah korkusundan, Allah sevgisinden” aşka geliyor, dağlardan aşağı yuvarlanıyor, kum oluyor da, sen de ruhunun aynasına bir dön bak, orada hakiki aşkın nağmelerini duyacak ve mest olacaksın.
“Özgürlük savaşçısı” olduğunu söylüyorsun; özün çamur akarken bu nasıl olacak? Nefsinden akan şehvet çamurları özünü tıkıyor, nefes almakta zorlanıyorsun, çırpınışın bundan. Notalara karşı çıkıyorsun özgürlük adına, bağlayıcılıktır diye. Sesinin boğuk ve anlamsız, gürültü olarak çıkması bundandır. Evet, notalar sınırlıdır, ama makamlar sınırsız. Her bestenin bir nota dizisi yok mudur? Öyle olmasa idi ona müzik eseri denilebilir miydi? Sen hayat eserini kaosa teslim etme, yavrum. Kendine iyice bir bak ve düşün; kimin eserisin? Ruhunun bestesini kim yaptı, dinle, bayılacaksın!
Satranç oynarsın da onun üzerinde düşünmez misin? Şahı, fili, kalesi sınırlı taşları var satrancın. Ne var ki bu sınırlı taşlarla, sınırlara bağlı kalarak sınırsız oyun sergileyebilirsin, gücün varsa eğer. Yaşamında her istediğini yaparsan mat olursun; her isteği hayata geçirmek, kuralsız oynamaktır.
J. Paul Sartre ve arkadaşları düşünce Everest’inin tepesine çıktılar. Daha gidilecek yer yoktu. Orada donup kaldılar ve dehşete düştüler de hayatı anlamsız saydılar. Sesleri kesildi ve beste yapamaz oldular.
Sartre’a; “ Niçin bu kadar içiyorsun?” dediklerinde; “Kederlerimi boğmak için. “ diye cevap verince, “ O kadar içtin ki kederlerin hâlâ boğulmadı mı?” diye üstelediklerinde, verdiği cevap ironik olmakla birlikte acziyetin de bir itirafıdır: “ Maalesef yüzmeyi öğrenmişler!”
Gazali de, Arabî de, Farabi de aynı yere çıktılar; ne var ki onlar “Hablullah/ Allah’ın ipi” ne tutunarak sonsuza yürüdüler. Helikopterin sarkıttığı ipe sarılarak hayatın abes olmadığını gördüler. Vahiy onları aydınlattı.
İnsan yaratılış sırrıyla tanışamadığı sürece zavallıdır; zavallı ve saldırgan!
İçinde kaynayan bu sırrın ateşi şiddetlidir. Bunun şiddetini durdurmak için ya içeceksin, ya intihar edeceksin, ya da çıldıracaksın! Bu karanlık yoldan çok kervanlar geçti, feryatları çağların duvarlarından yankılanıyor!
İçkinin, uyuşturucunun örümcek ağından bir sığınak olduğunu ve fakat zavallıca bir şey olduğunu ne zamana dek anlayacaksın?
Secde et, yavrum; seni insan olarak Yaratan’a secde et ve kendinle tanış. Biliyor musun, kendinle tanışmak için ruh aynasına ihtiyaç vardır ve bunun adı Rabbinle tanış olmak ve O’na secdeye kapanmaktır. Bu mutluluğu niçin kendine çok görüyorsun?
Abidin Dino’yu şimdi daha iyi anlamalısın. O, bunun farkında olarak secdeyi seçemedi de içkiye sığındı. Ne diyebiliriz!
Sevgili yavrum;
İçine yolculuğunu başlat. Yolculuğun başlar, hasrete düşersin. Yolculuk bitmeden sen bitersin. Öyle yok olursun ki, varlık seni kuşatır, ebediyen dirilirsin. Şimdi dağlara çık ve haykır: “Allahuekber!..” Artık özgürsün!
Tanrılar insana yorgunluk ve bıkkınlık verir, yorulmadın mı bunca zaman?
Arılar mahzun, konacak oldukları çiçeği arıyor; içindeki goncanı açmanı bekliyor. Biliyor musun, goncanı bir bahar rüzgârı açamayacaksa, içinde odunlar birikmiş demektir; odunları da ancak balta açar! Baltaya kurban olma, Rabbine kul ol ve hür ol, yavrum!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci