"2006 yılının Mart ayı ortalarıydı. ABD Genelkurmay başkanı, Başbakan Erdoğan'a ani bir ziyarette bulundu. Görüşmenin hemen ardından savaş uçakları Diyarbakır-Muş-Bingöl üçgenindeki kırsal arazide bulunan örgüt kampını bombaladı.
Kampta bulunan 14 militan öldürüldü. Bu olayın hemen sonrasında Amerikalılar, Türkiye'ye istihbarat verdiklerini resmen açıkladı. Olayın üzerinden saatler geçmeden, öldürülen militanların kimlikleri ve öz geçmişleri örgüt sitelerinde yayınlandı. Sanki örgütün de böyle bir olaydan önceden haberi varmış gibi bir tablo ortaya çıktı."
Bölücü terör örgütü PKK'nın bir dönem Öcalan'dan sonra ikinci adamı olan Şemdin Sakık, ömür boyu hapis cezasını çektiği Diyarbakır Cezaevi'nde kültürel faaliyetlerine devam ediyor.
'Parmaksız Zeki' kod adlı Sakık'ın internet sitesindeki son yazısı oldukça ilginç:
AMERİKA KİMLERLE İSTİHBARAT PAYLAŞIYOR?
2006 yılının Mart ayının ortalarıydı. Amerika Birleşik Devletleri Genelkurmay Başkanı, Başbakan Recep Tayip Erdoğan'a ani bir ziyarette bulundu. Ziyaret çok kısa sürdü. Başbakan bu sürpriz konuğunu uğurladıktan hemen sonra dönemin genelkurmay başkanı Hilmi Özkök'ü başbakanlığa çağırdı.
Bu görüşme de çok kısa sürdü. Görüşmenin hemen ardından savaş uçukları, Diyarbakır-Muş-Bingöl üçgenindeki kırsal arazide bulunan örgüt kampını bombaladılar. Kampta bulunan 14 militan öldürüldü. Bu olayın, ABD'nin Türkiye'ye verdiği gerçek zamanlı ve görüntülü istihbarat sayesinde gerçekleştiğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Zira olayın hemen sonrasında, Amerikalılar Türkiye'ye istihbarat verdiklerini resmen açıkladılar.
Ama burada başka bir ilginç durum daha yaşandı. Olay üzerinden saatler geçmeden, öldürülen militanların kimlikleri ve öz geçmişleri örgüt sitelerinde yayınlandı. Sanki örgütün de böyle bir olaydan önceden haberi varmış gibi bir tablo ortaya çıktı.
Tabi ki öldürülen bu militanların çoğunun Diyarbakır nüfusuna kayıtlı oluşları, olayın dikkat çeken başka bir yönü oldu. Cenazelerin büyük çoğunluğu Diyarbakır'a getirildi. Cenazeler törenle kaldırıldı. Cenaze töreni anında gösterilere dönüştü. Gösteriler ise üç güne yayılan küçük çaplı bir ayaklanmaya dönüştürüldü. Bu ayaklanmayı yönetenler son derece profesyonel taktikler uyguladılar.
Devlet güçleriyle halkı karşı karşıya getirmek, yüzlerce sivilin ölümünü sağlamak için ellerinden geleni yaptılar. Eğer o dönemde Efkan Ala isimli sağduyulu, akıllı, olgun bir insan Diyarbakır valisi olmasaydı, bu ayaklanmanın yüzlerce insanın canına mal olması içten değildi. Neyse ki sağduyu galip geldi, Diyarbakır valisinin kendisini ortaya koyması sayesinde göstericilere müdahale sınırlı tutuldu.
Amerika'nın Adana konsolosluğu bu olayların yoğun yaşandığı günlerde Diyarbakır'ı ziyaret etti. Büyük Şehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'le yaptığı görüşmede, biz arkanızdayız açıklamasında bulundu. Böylece, Amerika'nın ne Şen Yaylası'nda öldürülen on dört militan olayında, ne de üç gün süren Diyarbakır olaylarında masum olmadığını görmüş olduk. Galiba Amerikalılar Türkiye'ye Allahın dağındaki bir grup militanın nasıl tesviye edeceğini, Kürtlere ise bu olaya nasıl tepki göstereceklerini söyledi. Tavşan kaç tazı tut, taktiği uyguladı.
Diyarbakır valisinin tüm sağduyulu çabalarına rağmen, gerek göstericilerin kışkırtmaları ve gerekse güvenlik güçlerinin yer yer aşırı güç kullanmaları sonucunda; aralarında küçük çocuklarında bulunduğu 12 kişi öldürüldü. Hem dağda on dört militanın öldürülmesi, hem de Diyarbakır'da on iki kişinin öldürülmesi olaylarını takip eden günlerde, örgüt yazılı bir açıklamada bulundu: Dağda öldürülen militanların ve Diyarbakır da öldürülen sivillerin intikamını alacağını duyurdu.
Ardan iki üç gün geçmişti ki, Elazığ'ın Arıcak ilçesinde, yörenin en üst düzey askeri heyeti, bir karakol denetiminden dönerken, içinde bulundukları araç mayına bastı. Bu araçta bulunan bir Albay ve bir Binbaşı öldü. Bir Yarbay ve bir asker ağır biçimde yaralandı. Bu eylem bir tesadüf eseri midir? Eylemin geliştiği araziyi ve örgüt yapısını en iyi bilenlerden biri olarak, bu eylemin olsa olsa milyonda bir tesadüf ürünü olduğunu söylerim. Mayının önden ve arkadan korunan, yörenin en üst düzey askeri heyetinin içinde bulunduğu araçta patlaması, gerçek zamanlı görüntüyle, İsraillilerin Filistin militanlarına karşı kullandığı teknolojiye benzer bir teknolojiyle yapıldığını değerlendiriyorum.
Üstün teknolojiyle elde edilen istihbarat, uzmanlarca planlanan ve üstün teknolojiyle gerçekleştirilen bir eylemdir. Örgütü çok iyi tanıyan biri olarak söylüyorum ki, bu istihbarat örgütün öz gücü ve olanaklarıyla sağlanmış bir istihbarat değildir. Kim ki bir grup militanın Diyarbakır- Bingöl-Muş üçgeninde barındığını Türkiye'ye haber verdiyse ve kim ki Diyarbakır olaylarını kışkırtmaya kalkıştıysa, aynı güç Elazığ'dan yola çıkıp Arıcak'a gelen askeri heyetin bilgisini de örgüte verdi.
Evet, 2006 yılının ilk yarısındaki gelişmelere baktığımızda, olanların fotoğrafını çektiğimizde, Amerikalılar istihbarat paylaştılar öngörüsünde bulunabiliriz. Bu noktada haklarını yememek gerekiyor; gerçekten de istihbarat paylaştılar. Hem de adilce paylaştılar. Birisine aslan diğerine tilki payı değil, iki tarafa da kardeş payı verdiler. Hatta bu arada bölge halkını da unutmadılar; onlara da nasıl isyana kalkacaklarının yolunu gösterdiler. Öyle bir paylaşımda bulundular ki, hem Türk Devleti, hem örgüt, hem de küçük çaplı ayaklanmayı planlayan HADEP bu paylaşımdan memnun kaldı.
Bazıları Amerika süper bir güçtür, böylesine küçük oynamaz diyebilirler. Amerikanın süper gücü ne kadar gerçekse; tarafları çatıştırarak kendisine muhtaç duruma getirmek planları da bir o kadar gerçektir. Bunu Irak'ta Sünni ve Şii'leri, Filistin'de Hamas ve El Fetih'i, Lübnan'da Hıristiyan, Sünni ve Şii'leri, Afganistan'da Garzai Hükümeti'ni ve Taliban'ı, Pakistan'da laikçi Pervez Müşerref Hükümeti'ni ve Radikal İslamcıları, Gürcistan'da Gürcü ve Ahbazları bir birine düşürmesinden biliyoruz.2006'nın ikinci yarısında, mayınları bir kilometre uzakta patlatabilen sensörler geliştirme çalışması yürüten, üç Aselsan mühendisi intihar etti.
Bu olayların birer intihar olduğu düşünülerek olayların bağlantıları üzerinde durulmadı. Ancak 2007 yılında yaşanan gelişmelere bakılınca, bu olayların tekrar incelmeye alındığını öğrenmiş bulunuyoruz.Öyleyse 2007 olaylarına bakalım: Bu yılın baharında bazı operasyonlar oldu. Bu operasyonlarda Amerikalıların verdiği istihbaratların ne oranda etkili olduğunu bilmiyoruz, ama birkaç grup militan imha edildi. Örgüt, verdiği kayıpların hemen ardından, intikamlarını alacağız açıklamasında bulundu. Ve üzerinden üç gün geçmeden, Şırnak'ın Güçlükonak beldesi yakınlarında, operasyondan dönen onlarca araçlık konvoyun içinde, yörenin en üst düzey askeri yöneticilerinin bulunduğu araç mayına bastı. Meydana gelen güçlü patlama sonucunda bir Albay, bir binbaşı ve bir yüzbaşı hayatını kaybetti. Bazı rütbeli askerler de ağır biçimde yaralandılar. Kuşkusuz askeri kurallar gereği, bu olay incelenmiştir. Ne var ki inceleme sonuçları kamuoyuna açıklanmadı. Ancak, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bir televizyon programında, söz konusu mayının bir yıl önce oraya konulduğunun tespit edildiğini açıkladı. Öyleyse, bir yıl boyunca yolun altında döşeli kaldığı halde detektörlere takılmayan bir mayından söz ediyoruz. Bir yıl boyunca su ve don alan ama bozulmayan, bir yıl boyunca üzerinden ağır taşıtlar geçtiği halde hassas dengeleri arıza yapmayan bir mayından söz ediyoruz. Onlarca araç geçtiği halde, aynı biçim ve renkte olduğu halde, rütbelilerin aracında patlayan bir mayından söz ediyoruz.Şimdi, militanlar bu mayını bir yıl önce yapıp oraya yerleştirdiler, patlatmaya ihtiyaç duyduklarında gelip karşısında oturdular, ne zaman ki üst düzey askeri yöneticilerin aracı geçti, işte o zaman düğmeye bastılar mı diyeceğiz. Bu kadar saf olamayız.
Örgütün bir yıl boyunca yeraltında kaldığı halde hiçbir arızası oluşmayan mayını imal ettiklerine inanamayız. Kendi imkânlarıyla o yoldan üst düzey askeri yöneticilerin geçeceğinin istihbaratını aldığını var sayamayız. Bu mayın da, tıpkı Arıcak'ta patlayan mayın gibi son derece gelişkin bir teknolojinin ürünüdür. Öyle üç yüz metre ötelerden değil, çok uzaklardan kumanda edilen, gerçek zamanlı istihbaratla infilak ettirilen bir mayındır, diye düşünüyorum.
Ve derken 22 Temmuz genel seçimlerini geride bıraktık. Tam da, DTP meclise girdi, sorunlar tartış platformlarında ele alınacak derken, Beytülşebab'ın bir köyünde minibüs tarandı, minibüste bulunan 14 kişi öldü. Olay örgüt üzerine atıldı, ama örgüt olayı üstlenmedi. Bu olayı yoğun operasyonlar izledi, operasyonlarda bazı militanlar öldürüldü. Örgüt intikam alacağını duyurdu. Gabbar Dağı'nda operasyon yapan güvenlik güçlerini savunan özel birliğin geçişi sırasında mayın patlatıldı ve ardından üzerlerine ateş açıldı. Bu özel birliğin hemen tüm elemanları ya yaralandılar ya da öldüler. Sanki bu olayda da, gerçek zamanlı istihbarat varmış gibi geliyor. Zira böylesine eğitimli ve donanımlı bir birliğin militanlar tarafından yok edilmesi ve üstelik kayıp vermeden yok etmeleri gerçek zamanlı bir istihbarata dayanmıyorsa, o zaman Türk ordusuna mensup özel birlikten daha özel eğitim almış militanlardan söz ediyoruz. Ya da saldırıya hedef olan askeri birliğin askerlikten uzaklaşmasından
Olaylar incelenmeye alınmıyor. Alınsa bile sonuçları açıklanmıyor. Olaylardan sonuç çıkarmak yerine, olaylara reaksiyon gösterilerek hareket ediliyor. Nitekim bu iki olayın arkasından Türkiye Büyük Millet Meclisi sınır ötesine operasyon yapmak amacıyla tezkere çıkardı. Bu tezkereye cevap gecikmedi: Tezkerenin mürekkebi kurumadan Irak-Türkiye sınırında bulunan Dağlıca taburunu savunan üç tepeye saldırı düzenlendi. Saldırıda on iki asker öldü, on sekiz asker yaralandı ve sekiz asker de kaçırıldı. Şimdiye kadar olduğu gibi, bu sefer de eylemin askeri yönü, eylemin nedeni ve nasılı üzerinde durulmadı. Olayı irdeleyenler ise, ya bu eyleme Amerika askerleri katıldılar, ya güvenlik güçleri yetersiz davrandılar, ya istihbarat yetersizliği yaşandı, demekten öteye geçmediler. Eylemin nasıl bir istihbaratla yapıldığını, bu istihbaratın nasıl sağlandığını araştırmadılar. Bu eylemde de gerçek istihbarat kullanılmış olmasın mı? Öte yandan bu olay Türkiye kamuoyunda infial yarattı Türk halkını sokağa döktü. Yer yer Kürtlere ait iş yerlerine saldırılar düzenlendi. Kürt-Türk çatışmasının kıvılcımları çakıldı. Evet, tarih tekerrürden ibarettir. Bu sefer yaşananların sadece mekânı ve aktörleri değişikti. 2006 yılının baharında öldürülen Kürt militanları ve sokaklara döktürülen Kürt halkıyken; bu sefer öldürülen Türk askeri, sokaklara döktürülen Türk halkıydı. Ne de olsa iki yöntem de aynı kapıya çıkıyordu: İki yöntem de Kürt Türk çelişkisini derinleşmesine, çatışmasının başlamasına ve savaşını gündemleştirmesine hizmet ediyordu.
Dahası, sanki zaten kışkırtılan ortamı daha da kışkırtmak gibi bir görevi varmış gibi, bu sırada yapılan DTP kongresinde, özerklik talebi programa dâhil edildi. İçi boş sivri sözler havada uçuştu. Uysal DTP'liler isyankârlaştılar. Ve hemen ardından Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, olayları ve gelişmeleri Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Georg W. Bush'la görüşmek üzere Amerika'ya gitti. Görüşmeden istihbarat paylaşımı ve teröre karşı ortak mücadele kararı çıktı. Hemen ardından Amerika casus uçaklarını bölgenin semalarında görmeye başladık. Bush-Erdoğan görüşmesinden çıkan sonuçtan büyük bir sınır ötesi harekât yapılamayacağı anlaşıldı, ama ortak mücadele derken ne yapacakları açığa kavuşmadı.Ve kamuoyu küçük çaplı da olsa bir sınır ötesi operasyon beklerken, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, öncelikli amacımız silahların bıraktırılmasıdır açıklamasını yaptı. Bu açıklama herkesi şaşkına döndürdü. Zira hiç kimse böyle bir adımın atılacağından söz etmiyorlardı. Kalemşorlar Bush-Erdoğan görüşmesini yeniden ele aldılar, farklı değerlendirmeye başladılar. Sorunun çözümü için yeni ve kapsamlı bir planın oluşturulduğunu öne sürdüler. Öyle ki, Bush genel af istedi, Erdoğan da bu öneriyi kabul etti, demeye getirdiler. Sahiden Amerika dağdaki örgüt militanlarının silahlarını bırakıp evlerine dönmelerini ister mi? Hayır. Hayır diyorum çünkü Türkiye'ye karşı kullanabileceği tek kozu örgüttür. Hayır diyorum çünkü bu örgütü İran ve Suriye rejimlerine karşı kullanma gibi bir isteği vardır. Hayır diyorum çünkü Amerika'nın Kürt-Türk savaşı başlatma ve bu plan üzerinden Ortadoğu'nun bir bölümünü yeniden düzenleme gibi bir amacı vardır.O zaman ne oldu da, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bir anda söylem değiştirdi, öncelikli amacımız silahların bıraktırılmasıdır deyiverdi. Ne oldu da, daha düne kadar savaş çığırtkanlığı yapan ana muhalefet lideri Deniz Baykal Kürtlere zeytin dalı uzattı. Ne oldu da, Kara Kuvvetler Komutanı İlker Başbuğ, öncelikle yapılması gereken iş dağa çıkmaların engellenmesi ve dağdaki kadronun aşağı indirilmesidir açıklamasında bulundu. Ne oldu da, daha düne kadar düşman ilan edilen Barzani ve Talebani temsilcileri İstanbul ve Ankara'da ağırlanmaya başladılar. Ne olduğunu tek cümleyle söyleyeyim: Türkiye'yi yönetenler Amerika'nın Kürt-Türk savaşı çıkarma arayışında olduğunu, Amerika'nın PKK'yle mücadele etmek niyetinde olmadığını, örgütün her geçen gün her açıdan güç kazandığını, Kürt Federel Devleti'nin Türkiye Kürtlerini etkilemeye başladığını görmeye, daha iyi görmeye başladılar. İnşallah girdikleri bu yolda yürümeye devam ederler. İnşallah Amerika'yı tanıdıkları gibi DTP'nin de savaşı durdurmak istemediğini, yabancı müdahalelere açık bir örgüt olduğunu görür ve bu oluşumdan sorunun çözümü için medet ummazlar. Zira bu işe DTP'nin parmağı bulaşırsa, bu yol tıkanmış demektir.
Şemdin SAKIK