“Ey mum; sende sûfî huyları var. Sanırım ki, şu altı huyu, ermişlerden almışsın: Geceyi uyanık olarak geçiriyorsun, yüzün nurlu, benzin sapsarı, gönlün tutuşmuş yanıyor, gözyaşları döküyorsun, kalbin de uykuda değil, uyanık.” ( Mevlâna, Divan-ı Kebir)
Mevlâna, bu altı huyu sıralayarak olgun insanın nasıl olacağını, nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini bize anlatmaya çalışıyor.
Bir insan düşünün; gerek kendi adına, gerekse insanlık adına geceleyin ayakta ve ibadetlerinde. Rabbine secdeye kapanarak gözyaşları içinde ona dua ediyor; hem kendi kurtuluşu, hem de insanlığın kurtuluşu için. Bunları yaparken de asla gösteriş içinde değil; çünkü vakit gece ve etrafında kimseler yok.
Bu insanın yüzü nurludur; çünkü onun yüzü şerre dönük değil, Hakka dönüktür. Şerli yüzlere bakarsanız, kalbinizin karardığını hissedersiniz; ama nurlu yüz, Rabbini yansıttığı için, ona bakarken içiniz aydınlanır. Fakat yarasa tıynetli olanlar için nurlu yüz, göz kamaştırıcıdır, ona bakamazlar.
Mevlâna, Mesnevi’sinin bir beytinde : “Kıtmir’in (Ashab-ı Kehf’in köpeği) rengi nasıldı?” diye sorar. Cevabını da kendisi verir: “Sarıydı.” der. “Çünkü âşıkların rengi sarı olur.” diye de ekler. Âşk, insanın kanını çeker, yüzünü sarartır; çünkü uykusuz geceler geçirmiştir, yemekten içmekten kesilmiştir. Sevgilinin hayali, onu, dünya nimetlerine karşı kayıtsız bırakmıştır. Çok sevinince, çok üzülünce insanın iştahı kaçar; aynen öyle, âşık da her an hüzün içinde olduğu için, dünya nimetleri onun gözüne gözükmez.
Ah gönül; gönlün tutuşup yanması, âşıkların adeta gıdasıdır. O ateş, onları öldürmez, oldurur. “Kalp nasıl gönül olur?” diye bir soru sorsak, acaba neler söylemek istersiniz? Kalp, Allah sevgisini içine alınca gönül olur. Dünya sevgisi ile dolaşanların sel sularına aldanmamak gerekir. Gönül taşıyan bir insan, Allah sevgisini içine aldığından bütün âlem ona bir görünür. O, Tevhid’e ulaşmış insandır; kıyıcı değil, kuşatıcıdır. Ağaçtan bir yaprak düşse, Rabbini hatırlar; bilir ki, Rabbin izni olmadan ağaçtan bir yaprak bile düşmez. Ve feryat eder onun içi. Bir hayvanın homurtusunda, zıplayışında deruni neşe duyar, adeta kendinden geçer. Ya Allah’ın halifesi olan insana karşı?.. Gönülsüz dolaşanlar bunu nerden bilebilsin?
Gözyaşları, sanki emme basma tulumbanın suyu çekmesi gibi, olgun insanın iç dünyasındaki cevherleri dışarı akıtır. O gözyaşları, dünyevi bir kaygıdan dolayı değil, varlık sancısından dolayı dökülmektedir. O gözyaşları, dökülen yerde bataklık oluşturan değil, gül bahçesi meydana getiren gözyaşlarıdır. O gözyaşlarına tutunanlar, sonsuzluk âlemine çıkışın rüyasını görürler. O gözyaşları, miraca çıkışın merdivenleridir. O gözyaşları, anlayanların ve ağlayanların gözyaşlarıdır.
Hakikat ehlinin kalbi hiç uyumaz ki, hep uyanıktır. Uyku onun için gaflettir. Gözleri kapansa bile gönlü açıktır. Gece, onun için adeta bir “olmak” meydanıdır. Günün saldırılarından kurtulmuş, gecenin asude koynunda, gönlüne nakış nakış âşk ilmikleri atmaktadır. Gece, yıldızlardan sonsuzluk âlemine doğru yola koyulmaktadır. Göklerin gıdası, Allah’ın has kullarına mahsustur; ağızsız, dişsiz yenir. Gece, onun için Hira’da demlenen ruhtur; Medinelerin kucak açması bundandır. Gece, gündüz kaybedilenlerin gönülde bulunduğu mekândır; onun için mahremdir, sırdır gece.
Son sözü de Mevlâna’ya verelim:
“ Allah’a andolsun ki, ben gam denen bir şey varmış diye işitiyorum; fakat onun ne olduğunu bilmiyorum.” (Divan-ı Kebir)
Gökyüzüne çıkan, yağmuru nerden görsün? Orası şemsiyesiz dolaşma alanıdır.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci