Bekledim ki gelesin. Gelip de beni mutlu edesin. Sözlerine, bakışına, duruşuna, susuşuna muhtacım. Sözlerin, can pınarlarından aktığı için can evime iniyor, bana hayat bağışlıyor. Bakışın, sonsuzluk ikliminin nurlarını yansıtıyor. Duruşun, asırların yok edemediği asaletini simgeliyor. Hele bir susuşun var ki, orda hiçliğimin nabzını dinliyorum.
Sen geleceksin diye neler oldu neler: Evimdeki eşyalarla barıştım. Nice zamandır, karanlık bir mahzen gibi girip çıktım bu eve. Kapısını her açışımda ruhum sıkışıyor, dünya
bana dar geliyordu. İçerdeki eşyalar, adeta işgal askerlerini andırıyordu. Mesela şu masa, düşman komutanının haince planlarını çizdiği ve uygulamaya koyduğu bir ada gibi. Şu yatak, cesedimi yutmak için çırpınan bir mezardan farksız. Koltuklar, aynalar, lambalar, halılar… hepsi hepsi, patlamaya her an hazır duran birer bomba, adeta.
Ne var ki, sen geleceksin diye ben onlarla barıştım. Senin hatırına onlara gönülden baktım. Masa, önceki masa değildi, yanına oturunca bana düşünceler, hayaller ilham etmeye başladı. Yatak, artık bir mezar gibi soğuk gelmiyor bana; bir anne kucağı kadar sıcak ve kuşatıcı; rüyalarımın yegâne varisi olarak odamı süslüyor. Hele aynalar, hele aynalar… Onlara bakmaktan nefret ederdim. Onlara baktığım zaman yüzümde, iç dünyamın dayanılmaz çirkinliğini görürdüm. Şimdi aynalar benim biricik dostlarım. Onlarda ben, senin gözlerini görüyorum. Nazarından sonra ruhumun dirilişini, kendine gelişini, yükselişini temaşa ediyorum.
Gelişin başkaydı; benzemiyordu hiçbir gelişe. Beklemediğim anda geldin. Güya gelişine hazırlayacaktım her şeyimi. Güller dökecektim yoluna, şiirler yazacaktım defterime. Olmadı, hiçbirine fırsat vermeden ansızın çıkageldin. Yollar dürüldü, mekânım uçtu gitti, düşüncelerim öylesine yorgun ki!
Senden sonra ben hayatla barıştım. Niçin barışmayayım ki? Gülümseyen bir çift gözle karşı karşıyayım. Kim bir tebessüme, içindeki goncasını açmaz ki? Sen gelene kadar nice goncalar açtı içimde, ama güle durmadan soldu gitti. Sen gelene kadar bahar yeli değmedi içime; ayazlarda üşüdüm, kırağılar vurdu gül bahçemi. Güneşim oldun, ışıttın ve ısıttın içimi. Dirildim. Etrafıma diri bir insan gibi bakmasını öğrendim. Bu nedenle her şeyle ve herkesle barıştım. Barışmamak gibi ölümcül fikirler yok içimde, şeytan değilim ben. Sen geldin, melek bakışlım ve bütün dünyam melekler Kâbe’sine dönüştü. İçimin Medine’lerinde nice medeniyetler kuruldu. Gönlümün Mekke’sinden Ebu Cehil’ler göçtü gitti, Ebu Zer’ler süzülüp geldiler.
Sen geldin, önümdeki aynadan başka, arkama da bir ayna koydun. Şimdi ben, iki ayna arasında, birlik içinde, sonsuzluk türküleri okuyorum. Sonsuzluk içinde Birlik’in ebedi mutluluğunu bir “an” içinde yaşamaktayım. Zaman’ın eritici ve yok edici zincirlerini, sen geldin, dünya meydanında parçaladın. Özgürlük mü? Alanı ne kadar dar bir kelime? Beni öylesine esir ettin ki kendine, bütün dillerdeki sözlüklerin içindeki “ özgürlük” kelimesi, saçlarını yolmaktadır.
Önümde duran ayna, saplar durur okunu/ Gör, ense aynasından Tevhid’in yokuşunu.
Sen geldin ve kendimle barıştım. Savaşlarım boyun kırdı ve barışa durdu. Selam yurdunun padişahı oldum.
Sen geldin, beni bana bağışladın. Senin bana en büyük armağanın, BEN’im.
Ey sevgili sen geldin, ben yok oldum. Şimdi o kadar yokum ki, âlem benim şarkımı söylüyor, çünkü âlemleri tutmuşum! O kadar varım ki, adeta yok diyebilirsin!