ŞİİR İNLER, ROMAN BAĞIRIR

D. Ali TAŞÇI

 

 

 “ Dest-busı arzusıyla ger ölsem dostlar;

Kuze eylen toprağum sunun anınla yâre su.” ( Fuzuli )

 

“Ey dostlarım! Şayet sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürsem, 
(Öldükten sonra) toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.” 

Yukarıdaki beyit, ünlü Divan Şairi Fuzuli’nin yazmış olduğu “Su Kasidesi”nden ( Kaside der Medh-i Hazreti Fahr-ı Kâinat) alındı. Otuz iki beyitlik bu kaside, Peygamber’imizi öven bir Na’t’tır.


Divan edebiyatında bir gelenek vardı; her şair divanını oluştururken mutlaka içine, Peygamber’imize övgü şiiri olan bir “na’t” koyardı. Yüzyıllar boyunca devam eden divan geleneğinde bunun tek istisnası, Şinasi olmuştur. Şinasi, yazmış olduğu şiir kitabına (divanına) Peygamber’e Na’t yerine “medeniyet resulü” dediği “Büyük Reşit Paşa”ya “na’t” yazdı. Böylece sevginin ve sevgilinin yönü Medine’den, bir Batı hayranı olan Reşit Paşa vasıtasıyla, Paris’e kayıyordu. Şinasi, bizde Batı’ya açılan ilk pencerelerden biridir. Şiirin yurdu olan gönlü Batı’ya açınca, içine Batı dünyasının sonu gelmez endişeleri, trajedileri girdi ve böylece kalp sonsuz mutluluğa kapanmış oldu. O gün bugündür gönül dünyamız bir türlü coşmuyor; çünkü içindeki pınarlar kurudu, içi taş-toprakla ve hatta yeis (ümitsizlik) ile doldu.


Yukarıdaki beyite dönelim: Öylesine ve ölesiye aşkla seven bir sevgili var ki, sevdiğinin elini öpemezse eğer, kendisi öldükten sonra, mezar toprağından bir su testisi yapılmasını ve bu testiyle sevgiliye su verilmesini istiyor. İstiyor ki sevgili, dudağını testiye değdirdiği zaman, testinin toprağı, kendi toprağı olduğu için, sevgili, kendisine de dudağını değdirmiş olacak.


İslam inancında ölüm yoktur. “Ölür ise tenler ölür / Canlar ölesi değil.” diyen Yunus, bu inancı şiiriyle güzel bir şekilde dile getirmiştir. Sevgi zaten ölümü kabullenemez;  ölümcül bir şeye de sevgili gözüyle bakılamaz. Sevgide deruni bir sır vardır; bu sır, onun sonsuzluk diyarının bir tecellisi olduğunun da sırrıdır.


Bir insan, fani olan bir şeye bağlanıp “Ben onu seviyorum” diyorsa, onun aşkı hiç yaşanmamış gibidir; çünkü ten ölecek, can diri kalacaktır. Cana ulaşmayan sevgi, kanda boğulmuştur. Tenin ardına düşenler kanda boğuldular da, canın peşine düşenler kanatlanarak sonsuza uçtular. Ten sevgisi nefsi ( fani ) olduğundan bir zaman sonra bitecektir; çünkü “her fani ölümü tadacaktır.” Hâlbuki sevgi inkıta ( kesinti ) kabul etmez. Bir yerde bir kesinti varsa, orada sevgi yoktur.


İslam edebiyatı, bir sevgi edebiyatıdır, olmak zorundadır; çünkü o, cana taliptir. Ruhu kanatlandıran bu sevgi, nefse hitap etmediğinden sembolik dil kullanır. Bu sevgide ikilik yoktur, sevgiliyi canda hissetmek vardır. İkilik kavga unsurudur ki, bunu sevgi kaldıramaz. Kavga, renkleri farklı bardaklar arasındadır; bardaklar kırılınca, içindeki sular, su birliğine ulaşır. Kavga tenler arasındadır, ruh birliğine ulaşanlarda kavga yoktur. Aşk, ruhun nefesini hissedenlere sunulan ilahi bir armağandır ve çok kıymetlidir.


Mutlak sevgili Allah’tır ve O hiç ölmez, Baki’dir; bu nedenle sevgi de sonsuzdur ve var edicidir. Tüketen değil, üreten ve oldurandır. Zamanla biten değil, an be an çoğalandır. Hiçbir insan bizzat kendini görmemiştir. Aynada gördüğümüz sanal benliğimizdir. Sevgi, insana kendi kendisini gördürendir.


Öyleyse, bu topraklar sevgiyle yoğrulduklarından, temelinde ( siyasi, ekonomik, sosyal, sanatsal vb. ) sevgi olmak zorundadır. Bu aynı zamanda geleneğin de bir gereğidir.


Batı edebiyatı, bir endişe ve itiraf edebiyatıdır. Bu, onun kültürel değerleri ile örtüşmektedir. Hıristiyan inancında, günah işleyen birey günahını affettirmek için (kilisede) papaza tüm günahlarını itiraf eder; papaz da onun günahlarını çıkarır. Birey, böylece biraz hafiflemiş olur. Olur, ama papaza mahküm olur.


İşte roman, bu seremoniye (tören) dayanmaktadır. Roman, bir itiraflar meşheridir. Sırların deşifre edildiği metinlerdir. Bu nedenle, insanın nefsine hoş gelmektedir; çünkü insan nefsi, gizli olana meyyaldir. Roman, insanın nefsine hitap ettiği sürece, kendi içinde başarılıdır. Onun yapısında bu vardır.


Yatak odalarına girilmeden roman yazılamaz; çünkü onun yapısında gizliyi açığa vurmak vardır. Birey, papazın karşısında “yasak aşk veya diğer günahlar”ını itiraf etmektedir. Zaten ilk romanların yazarlarının papaz olmaları ve ilk romanın adının da “Mephisto” (şeytan) olması sebepsiz değildir. İnsanın içini gıdıklayan malzemelerin ince ayrıntıları onların elindedir.


Bir insanın yatak odasına girildiği zaman, sevgi oradan dışarıya doğru çıkar gider. Kalan boşluğu şehvet doldurur. Yatak odası, sevginin ve sevgilinin sırrının saklandığı mekândır. Sırrı kalmayan insanın ise, kıyameti kopmuş demektir. İnsanlar vardır, yaşayan kıyamet gibidir.


Roman, zihinsel kıyamettir aynı zamanda; çünkü o, sırları deşifre edendir. Bu nedenle roman, bizim miri malımız olamaz.


Şiir ise öyle değildir. O, sembolik bir dil kullanır; sırrı deşifre etmez. Öyle bir dil geliştirir ki, bu dili, yalnızca ona aşina olanlar çözebilir. Namahrem olanlar, onun sır dünyasına giremez; çünkü şiir namahremi kabul etmez. “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?” Halk şiirinin bu mısraı bile medeniyetimizin maverai yapısını anlatmıyor mu?


Sevgi, mahremiyeti de içinde barındırır. Batı’da sevgiye rastlamak zor olduğundan, orada mahremiyeti aramak boşunadır. Mahremiyetin olmadığı yerde ise, mahrumiyet vardır. Bu mahrumiyetin adı, sevgisizliktir, aşksızlıktır ve bunların doğal sonucu da bencilliktir. Bencilliğin geldiği durak ise savaştır ve bu kaçınılmazdır.


Mirac’da “Buradan öteye asla geçemem; yanarım.” diyen Cebrail’e, Sevgililer Sevgilisi (sav) “Peki nasıl geçilir buradan öteye?” diye sorunca, Cebrail’in cevabı, aynı zamanda bizim de medeniyetimizin özüdür: “Aşk” ile!


Doğu, aşkını kaybettiği zaman yoktur. Batı da aşkını bulduğu zaman, “Batı” olarak kalamaz. Çünkü Batı’nın serüveninde, küçük tanrılardan Promethe’nin, gökyüzü tanrıları uyurken gizlice onlardan ateş çalarak insanlara bu ateşi armağan etmesiyle, gökyüzü tanrılarının Promethe’ye savaş açması yatmaktadır. Bu nedenle batı dünyası savaş dünyasıdır, trajik bir dünyadır. Oysa sonsuzluğu içselleştirmiş, dolayısıyla da sevgiyi sonsuzluğuna köprü yapmış bir Müslüman’ın trajedisi yoktur, olamaz; çünkü onun ruh kodları sonsuzluğa açılmaktadır. Trajedi, sonsuzluğa açılamayan zihnin infilakıdır.

 
Roman, bu trajik dünyanın malıdır. Bu nedenle ilgiyle okunur. Şiir ise, asude bir gönlün sonsuzluğa akışıdır. Onu sadece gönül taşıyanlar anlar.


Mevlana’nın Mesnevisi niçin ölümsüz bir eserdir? Yunus, asırlar boyu niçin dilden düşmemektedir? Yazmış oldukları her satırdan sevgi damladığı için. Yeryüzünde en evrensel kavram sevgidir. Onun bittiği yerde hayat biter.


Şimdi biz, bu topraklarda bir edebiyat geliştireceksek, bu, sevgi temelinde büyümelidir; çünkü bu toprakların kültürel hamurunda sevgi vardır.


Demek istediğimiz şudur: Şiir, tekrar öne çıkmalıdır. Bunun için hem geçmişin dilinin şifresi yakalanmalı hem de çağın dilinin nabzı tutulmalıdır. Yani, bu dil ve anlayış, gelenekten ilham alarak geliştirilmeli ve geleceğe de nefes vermelidir; çünkü geleneği olmayanın geleceği de yoktur.

             D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci