ŞİİRLE EĞİTİM

D. Ali TAŞÇI

 

            Yaş ilerledikçe insan çocukluğunu daha net hatırlıyor. Hayatın sisleri yavaş yavaş dağıldıkça, çocukluk o tatlı tebessümüyle ortaya çıkıveriyor. Siz duygu atınıza kamçı vurdukça, atın üzerindeki çocuk, mutluluk ve hüznü aynı anda yaşıyor; hem çocuktur, hem yaşlı.

            Rahmetli babaannemi hiç unutamam. Benim çocukluğumun hem kahramanı, hem de eğitmeni idi o. Beni yatağa yatırır ve ardından,

            “Şol cennetin ırmakları / Akar Allah deyu deyu

            Çıkmış İslam bülbülleri / Öter Allah deyu deyu.”

            Diye hüzünlü bir ses tonuyla Yunus Emre’nin meşhur ilahisiyle beni uyuturdu. Rüyalarıma turnalar girer, ben de onlarla birlikte kanatlanırdım.

            Ben bu “türkü”nün babaannemin malı olduğunu bilirdim. Yıllar sonra bunun Yunus Emre’nin ilahisi olduğunu öğrenince, ben Yunus’u ne kadar sevmiştim! Dedem erken ölmüş olduğundan onu hiç tanımadım; onun yerine Yunus gelip yanıbaşıma oturdu ve onu dedem yerine sevdim; çünkü babaannemi çok seviyordum.

            Büyüdükçe gittiğim okullarda Yunus’tan kokular aradım. Necip Fazıl’ı yeni yeni tanıdığım yıllarda, onun “Yunus Emre” şiirini görünce ne kadar sevinmiştim! Demek ki o da Yunus Emre’yi seviyordu:

            “ Kaç mevsim bekleyim daha kapında / Ayağımda zincir, boynumda kement;

            Beni de, piştiğin bela kabında / O kadar kaynat ki, buhara benzet.”

            Üç kıt’alık bu şiiri okuyunca dilimde kelimeler kayıp gitmişti. Gözümden yaşlar aktığını hatırlıyorum; çünkü beni çocukluğuma, babaannemin kucağına götürmüştü. Çocukluk, insanlık tohumunun patladığı yerdir; tohum bozuk olmasa da onun fıtratına uygun bir toprak bulunamamışsa, artık ondan meyve beklemek boşunadır.

            Hıncal Uluç’un 19 Kasım tarihli Sabah Gazetesi’ndeki köşesindeki yazısını okuyunca, “şiirle eğitim”in gücüne daha çok inandım. Uluç’un yazısından birkaç bölüm şöyle:

            “ Dalga bir dağdır, kayık bir geyik! / Dalga bir kuyu, kayık bir kova!

            Çıkıyor kayık, iniyor kayık/ Devrilen bir atın sırtından inip, şahlanan bir ata biniyor kayık…”

            Bir şiir gecesine katılan Uluç, çocukluğunda ezberlemiş olduğu Nazım Hikmet’in şiirlerini dinlediğinde adeta kendinden geçiyor! “ Yılların yılların gerisine gittiğini” söylüyor. Çocukluk günlerini hatırlatarak şöyle diyor:

            “Annem nefis bir çilingir sofrası hazırlamıştı her cumartesi gecesi olduğu gibi.. İçki olduğu için ağbim ve ben oturmazdık, çok küçük çocuklarız ya Bandırma’da.. Ama çıtır çıtır yanan sobanın orda oturur, dinlerdik masayı.. Üç hem de nasıl Türk milliyetçisi, Uluç, Türkeş ve Ellezoğlu kadehlerinden birer yudum alırken, Nâzım okumaya başlarlardı. Milliyetçiler, komünistin şiirlerini ezber okurlardı her cumartesi gecesi, içki sohbetlerinde.”

            Ve bu sohbetleri dinleyerek büyüyen çocuklar! Hepimiz dinlediklerimizin, gördüklerimizin ve okuduklarımızın birer eseri değil miyiz? Çocukluk temeldir, bina onun üzerine kurulur. Temel gözükmese de binayı tutan odur. Necip Fazıl merhum, 4,5 yaşlarındayken, dedesi Hilmi Efendi’den Fuzuli’nin şiirlerini dinleyerek büyüdüğünü söyler. Şiirden bir şey anlaması önemli değil, sonraki yıllarda, küçüklüğünde, sevdikleri tarafından kulağına üflenen o isimlerin ardına düşer, onları sever.

            Ah anne, baba ve de öğretmenler! Yaşanan dünyadan belki herkesin şikâyeti olabilir, ama sizlerin şikâyet hakkınız yok!

D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci