Her ayrılık hüzün vericidir. Hüzün, veda busesinden damlayan gözyaşlarının adı olsa gerek; ılık ve derinden sesler getiren. Boynu büken bir özelliği vardır hüznün, bakışları donuklaştıran ve kelimeler olmadan düşünce çölünde şairliğe kalkışan.
“Karac’oğlan der ki kondum göçülmez,
Acıdır ecel şerbeti içilmez.
Üç derdim var birbirinden seçilmez;
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” (Karacaoğlan)
İnsanoğlu bu âlem içinde fanidir ve bu duygusunu pek de hatırlamak istemez; çünkü ayrılığın, ölümün acısı yamandır. Ayrılığın öyle bir şiddeti vardır ki, bakışlarınızı değiştirir, renkleri matlaştırır, duygularınızı tanımsız hale sokar. Bir duvara bakıp kalırsınız. Size bakanlar, derin düşüncelere dalmış bir adam sanırlar, fakat siz düşünmemenin derin ikliminde ayazı beklersiniz, titreyerek. Düşünce, üretkendir, oysa ayrılık sizi tüketirken duygularınızı da tanınmaz kılar. Belki bir duygu taşmasından söz edilebilir, ancak bu taşma, sütün ocakta taşması gibidir ve etrafı bulaştırır.
Başına gelmeyenin yüreğine kan damlamaz, üzüntü denizinin kıyılarında dolaşır durur. Çocuklarını kaybeden anneleri hiç, ama hiç kimse anlayamaz; çünkü annenin çocuğuna karşı olan sevgisi kazanılan sevgi değil, ona Allah tarafından bizzat verilendir. Bunun için candan da ötededir.
Odalara karanlık çöker. Bu kadar mı eşya ruhlaşmış da karşınıza çıkmıştır; o gömlek, o palto, o pantolon? Ya evin içindeki kokuya ne demeli? Yavrunuz bütün kimliği ve hayaliyle burnunuzun içinden girip, gözlerinizden akmaktadır.
Hüzün!.. Eskiler sonbahara “hazan mevsimi” demişlerdir. Bu mevsimde meyveler olgunlaşır, ekinler harman edilir. Bu mevsim aslında tat mevsimidir de, her tadın bir son olduğu gerçeğini de unutmadan. Ağaçların yaprakları sararıp dökülür. Tabiat faniliğini kuşanarak hal diliyle “işte ben gidiyorum, kalanlara selam olsun.” derken bize de ayrılıktan haber vermektedir. Dünya demek, ayrılık yurdu demek değil midir? Konan göçmez mi buradan? Öyleyse herkes bu ayrılığı tadacaktır.
“Kalbim yine üzgün, seni andım ta derinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.” ( Yahya Kemal)
Hatıraların canlanmadığı yere vatan denemez. Vatan, aslında birkaç dost ve hatıralardan ibarettir desek pek de abartmış olmayız. Sevgililerin olmadığı, içinde anıların at koşturmadığı yerde yaşayabilir misiniz? Çocukluğunuzun, gençliğinizin geçtiği yerlere yıllar sonra gidip de gözleri buğulanmayanların iç denizi kurumuştur. Ya elinizin altında, candan da öte büyüttüğünüz yavrunuz bir gün kanatlanıp yuvasından uçmuşsa? Hangi kuş bir gün aşiyanından uçmamıştır ki? Dünyanın kanunu bu. Ağlamakla gülmenin ortak paydasına hayat diyorlar.
“Melali (hüznü) anlamayan nesle aşina değiliz.” derken Ahmed Haşim, ne kadar haklı bir vurgu yapmıştır. Ne kahkahanın paraşütsüz düşüşü, ne de üzüntünün melankolik sallantısı; hüznün asaletidir ki, insana, insanlık kimliğini verir. Bu kimliktir işte insanı ayakta tutan.
Ben evin kapısının bu kadar daralacağını hiç bilmezdim. Koridorun yıllarca süren bir yolculuğa yol olacağını!.. Duvarların iğne bahçesi olup kalbime ok gibi iğne fırlatacaklarını!.. Ve ayrılıkla mutluluğun evliliğinden “hüzün” adlı çocuğun doğduğunu insan bu yaşlara gelince öğreniyormuş.
Siz hiç kızınızı evlendirdiniz mi?