Kimseyi yargılamak değil niyetim, anlamak ve bir durum tesbiti yapmak istiyorum:
Sokağa, caddeye çıktınız, otobüse, vapura, metroya bindiniz veya kalabalık bir çarşının içindesiniz… İnsanlar sel gibi akarlarken, kaç kişinin beyninden, gönlünden “ Ben Allah’ın bir aciz kuluyum, hayat fanidir; bugün de helalinden rızkımı kazanıp çoluk çocuğuma helal yedirmeyi amaç edindim. Dünya bahçesi kimseye kalmadı, bana da kalmayacak, öyleyse insan kardeşlerime zulmedici değil, onlara yardımcı olmalıyım; problem üreten değil, problem çözmek için gayret sarf eden olmalıyım…” tarzında fikirler geçtiğini hayal edebilirsiniz?
Mesela bugün gördüğünüz bir yüz karşısında bir ürperti duyarak geri çekildiniz mi? Onun yüzüne bakarken gözleriniz yere düştü mü? Yüzünün sıcaklığı, ruhunuza kadar tesir etti mi? En önemlisi, size bir emniyet duygusu telkin etti mi? Bu yüz size bir huzur yansıttı mı, rahatlattı mı? Bu tip yüzler, dostun kapısı gibi hep aralık durur ve sizi içeri alır ve bunlarla bütünleşir, mutlu olursunuz. Evinize dönünce de bu mutluluğu eve yansıtırsınız, ev aydınlanır.
Yoksa karşılaştığınız yüzlerden tiksinti mi duydunuz? Riyakârlıkları yüzlerinden irin gibi mi akıyordu? Yalanın bin bir türlüsü, şeytan ıslığına bürünerek sizin yüreğinizi delmeye mi çalışıyordu? Bu yüzlerde gücün, kudretin keskin kılıçları mı parlıyordu? Hormonal gülüşler midenizi mi ayağa kaldırmıştı? Siz de o moral bozukluğuyla evinize gelerek bu zehri evin içine mi akıttınız?
“Bana ne başkasından” deme hakkına ne kadar sahibiz? Oysa hepimiz, başkalarının tesiri altında kalmıyor muyuz? Ben kendimi idare ederim, diyorsan; borcunu zamanında ödemeyen ve yalan üstüne yalan söyleyen o adama karşı duyduğun kızgınlığı neden çevrene yansıttın? Neredeyse kendini kahredecektin! Bir de unutmak ve “efkâr dağıtmak” için içkiye sığındın ve öte dünyanı ağlattın!
Sokakta, caddede, meydanda, iş yerinde yaşadıkların yangın alevine dönüştüğü zaman, akıl, kuşatılmışlığın telaşıyla akrebe bürünebilir ve zehirli iğnesini en yakınlarına veya kendine batırabilir. Tufana tutulmuş bir toplum oluşmaması için, haram denen zehirli kıymığı kursaklardan aşağı indirmemek gerekir.
Her yıl dünyada yayınlanan milyonlarca kitap nelerden söz ediyor? Mutluluk için çatlamış dudaklardan değil mi? Bir kadın, bir erkeği arzuluyor; bir erkek güçlü olmak, zengin olmak, şan ve şeref kazanmak istiyor. Sokaklarda, mağazalarda, rengârenk salonlarda, avizelerin sarktığı odalarda insanlar mutlu olmayı, daha çok mutlu olmayı, halinden hoşnut olarak yaşamak istiyor. Bütün bunlara da sahip olabilir, ama mutluluk yine Kafdağı’nın ardında kalıyor. Neden?
Mutluluk, iç bahçede açan gülün adıdır da ondan. Mutluluk, sonsuzluk bestesini, gönlünün tellerinde çınlatabilenlerin hakkıdır. Teller kopuk, mirim!
Yaşadığımız dünyada hepimiz birbirimize muhtacız. “Ondan bana ne!” deme hakkımız bulunmuyor. O zaman insanca davranış sergilemek hepimizin görevi olmalıdır. Başkalarının kötü davranmaları bize örnek olmamalıdır. Mevlâna’nın güzel bir sözü vardır: “ Köpek ısırdı beni, ben onu ısıramazdım; ben insanım, dudağımı ısırdım.”
Bir daha dışarı çık ve gözetle: Dudağında köpek tüyü ile dolaşanlardan uzak dur; lakin dudağı kanamalı insan görürsen, git ona yaklaş ve de ki; “Ben insanım!” Sana “Hoş geldin aramıza.” diyecek. Tereddüt etme ve kucaklaş onunla; çünkü insanın halinden ancak insan olanlar anlar.
Ve bir şey daha yap: Gece yattığında; “Bugün insan olarak yaşayıp, insan olarak yatabiliyor muyum?” diye kendine sor. Olumlu cevap alabiliyorsan, sana iyi uykular!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci