TARİH AYNASINDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

D. Ali TAŞÇI

 

                Seçime üç gün kaldı. Heyecan dorukta diyeceğim; ama ortalıkta bir seçim havası da yok. “Kuzuların sessizliği” mi yaşanıyor, diye insan kendi kendine sormadan edemiyor. Bu sessizlik, 7 Haziran’ın aynısı veya benzerinin olmayacağının da bir göstergesi gibi geliyor bana.

                Seçime giderken yine en baş tartışma konusu medya!

                “Basın özgürlüğü” elbette herkesin istediği bir şey; ama bunun sınırlarını belirlemede sıkıntılar var. İsteyen istediği gibi haber verebilir, yazabilir mi? Doğru habere, iktidarların müdahalesi söz konusu olabilir mi? Gazetecilik, sansasyon ve algı haberlerini kaldırabilir mi? Ekranlardan alenen birilerine küfretmenin adı nedir, gazetecilik mi? ( Uğur Dündar’ın programında Müjdat Gezen ve Y. Nuri Öztürk’ün küfürleri de mi gazetecilik? )

                Aslında dünyada ve Türkiye’de basın ile iktidarların aralarının iyi gittiği de söylenemez; basın tarihine baktığınızda bunun böyle olduğu ayan beyan görülebilir. Çünkü çıkar çatışmalarının olduğu yerde kavga eksik olmaz. “Halk adına gazetecilik” yaptığını söyleyenlerin, “Basın özgürlüğü”nden anladıkları, çoğu zaman, Boğaz’a nazır yalılarında viski yudumlayarak, ülkenin gidişatına yön vermek olmuştur. Bunun önüne geçen iktidarlar da, bu basın tarafından “istibdat”la suçlanmış, “diktatoryal” senaryolarla halkın gözünden düşürülmeye çalışılmış ve başarılı da olunmuştur.

                Şöyle bir geriye doğru uzanalım ve bu “basın diktatörleri”nin çok övdükleri zamanlara bir bakalım:

                Fethi Okyar’a bir muvazaa- danışıklı dövüş olarak kurdurulan “ Serbest Fırka” (partisi)  ( Kuruluş, 12 Ağustos 1930- kapanış, 17 Kasım 1930), bir anda halkın umudu konumuna gelmiş ve heyecan yaratmıştır. 1929 yılında YARIN adlı bir günlük gazete çıkaran ve suya sabuna dokunmayan Gazeteci Arif Oruç, Serbest Fırka’yı desteklemeye başladı. Halk gazeteyi adeta kapıştı. YARIN, o güne kadar görülmemiş, ondan sonra da 1950’ye kadar görülmeyecek yüksek tiraja, günde seksen bin net satışa ulaştı.

                Bu muhalefet çıkışında bir gazete daha kuruldu, SON POSTA. Bu gazeteyi Zekeriya Sertel ve üç arkadaşı kurmuştu. Arif Oruç da, Zekeriya Sertel de Sosyalist, hatta Komünist görüşlü idiler. Sertel, “ Hatırladıklarım” adlı hatıralarının bir bölümünde şunları söyler:

                “ Son Posta’nın ilk sayısında: “ Boğuluyoruz, biraz hava istiyoruz” başlıklı bir yazı ile, o günün baskısına karşı ilk isyan bayrağını açtım. Bu yazı o vakit, büyük bir tepki yarattı. Çünkü, halkın o günkü şikâyetlerine cevap veriyordu. Büyük Millet Meclisi, halkı değil, Halk Partisini temsil eden göstermelik bir kurum olmuştu. Halk partisinin dışında siyasi parti kurmak yasaktı. Basın, sıkı bir baskı altında yaşıyordu. Telefonla gazete başyazarlarına verilen emirlerin dışına çıkılmazdı. ( 28 Şubat günlerine ne kadar da benziyor!) en ufak bir hata yüzünden gazete haftalarca kapatılır, sorumluları, mahkemeye verilirdi. Yani, tek kelimeyle halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.”

                CHP’nin resmi yayın organı Ulus Gazetesi’nin başyazarı ve “rejimin Bey Arı’sı” Falih Rıfkı Atay bakınız meslektaşlarını nasıl haşlıyor:

                “ Hiç şüphe etmeyiniz, bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi, bir kelime ile alçaktırlar!.. Balkanlardan Amerika’nın öbür ucuna kadar böyle mahlüklar, casus ve baba katili gibi en iğrenç mücrimlerle bir sıraya konur ve şahsi hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilmez! Biz ise, GAZETE denilen müesseseyi teslim etmişiz.!..”  (ULUS Gazetesi, Haziran 1931)

                Başvekil Refik Saydam kürsüye çıkıyor, uzun bir konuşma yapıyor ve basın için aynen şu cümleyi kullanıyor:

                “ Matbuatta uygunsuz en küçük bir kelime çıkarsa, gazeteyi kapatacağım.”

                Bu söze, Yozgat Milletvekili Sırrı İçöz, oturduğu yerden ekleme yapıyor: “ Kapatmak kâfi değil!.. Kafasını koparmalı, kafasını!..” ( Ankara’da Savaş Rüzgârları, K. Karabekir, Emre Yay.)

                Şimdi de küfrettikleri, hiç beğenmedikleri, ona Fransız gâvurunun ağzıyla “Kızıl Sultan” dedikleri İkinci Abdülhamid döneminde basının nasıl tanımlandığına bir bakalım:

                “  Basının önemi, bir memlekette, mevcut kanunlara tamamiyle riayet ederek ve memleketin gerçek menfaatlerini gözeterek hareket ettiği takdirde, faydası münakaşa edilemez.” ( Servet-i Fünun, sayı 325, sayfa: 219. -Servet-i Fünun Abdülhamit’e karşı bir dergidir de üstelik.)

                Kişilerin değişmesiyle zihniyetler değişmiyor. Araçlar farklı da olsa, hedefler hep aynı noktayı gösteriyor. İç dünyalarında “sonsuzluk” duygusu taşımayan insanların “özgürlük”ten söz etmeleri kadar iğrenç bir şey olamaz. İnsan olmak en görkemli ve en büyük sanattır. Bu sanattan hiç haberleri olmayanların “insanlık” adına ortaya çıkmaları, boya küpüne düşüp, renk renk boyalara battıktan sonra, kendini aslan zanneden çakalın zavallılığını andırıyor bana. Eh, bunların aslanlığı, yağmurun yağmasına kadar sürer ya da bir aslanın pençelerine düşene kadar.

                                    D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci